Su mürekkeptir. İçinde iki kimyasal element taşır. Fakat iki elemente de meydan okur. Çünkü hidrojen yanmaya, oksijen yakmaya sevdalıdır; ne var ki suyun aşkı, azgın alevleri söndürmekte, yanan yürekleri serinletmekte ve kurumuş bedenlerin, toprakların harını dindirmekte sırlıdır. Su, hayatı besleyen ilmini, bu mürekkep içindeki tenakuzda saklar. Bir mürekkep makam içindeki inici-çıkıcı gam gibi… Mürekkep makamlar, farklı dizilerin geçkisiyle meydana gelirler, muhtevasındaki dizilerin tınısını alt üst edip yepyeni bir ahenkle tabiatın ritmini değiştirirler. Toprak da böyle, zengin bir kimlikle serilir yerkürenin zeminine… İçinde çeşit çeşit elementler, mineraller, hava ve su saklar. Hepsi tek tek bir ağacın azametini ve verici mizacını mümkün kılamaz ama toprağın bedeninde birleştiklerinde, ağaçların, meyvelerin ve dahi ayrık otlarının bile canevi olurlar.
Müfret bir güzellik yoktur kâinatta… Hepsi cisimlerin, atomların, elementlerin birlikteliğinden meydana gelir. Var oluşlar da sebeplere, zaruri ihtiyaçlara ve sonuçlara tâbidir. Tümdengelimle, bütün zerreleri ve zerrelerin meydana getirdiği hacimleri, hacimsiz anlamları ve hissedişleri de var eden tek bir kudret vardır. Allah (cc), her şeyi yekpare ve sebepsiz var edebilir; ama Âdetullah gereği, bütün âlemi sebeplere ve bir araya gelmiş zerrelere bağlar. Bütün süjeler ve objeler arasında da hem harikulade bir uyum, hem hayret verici bir kontrast hem de imece usulü bir dayanışma vardır.
Toprak filizlenir, bitki tohum verir, rüzgâr tohum taşır, güneş yerdeki suyu ısıtır havaya transfer eder, havadaki zerrelerle göğe yükselir, toz ve damla birleşip yağmur olur, yağmur toprağa düşer can olur. Bütün bu unsurlar içinde birbirine muhalefet edenler, farklı kimyevi sonuçlara gebe olanlar ve yapı, koku ve biçimce birbirinden uçurumlarca farklılık arz edenler vardır. Fakat hepsi İlahî emirle kozmik vazifelerini yerine getirirler. Teoriseverler bütün bu nizamı tesadüflere (!), psikoloji ise Yaradan’ın hayrı vücutta var etmesi gerçeğini içgüdüye (!) indirgese de; tüm bu sistem, aklı ürperten bir düzen ve uyum içinde, kusursuzluk sıfatıyla devridaim etmekte. Öyle bir kusursuzluk ki; ölümü ve yok oluşu davet eden hareketler dizisi bile kör aklın kusur sandığı; hakikatte kusursuz bir sitemin, var oluş kadar yok oluşu da meydana getirdiği gerçeğinden başkası değildir.
İşte gezegenler de dâhil, namütenahi uzay boşluğu içinde yer alan, hayat taşıyan veya sadece hacme ya da lügatçe bir anlama sahip olan her ne varsa; hepsi “ehad” olan Allah’ın mürekkep bir dizi içinde var ettiği zerrelerdir. Zerreler birbirine muhtaç, birbiriyle müteessir, bazı birbiriyle dilemmalı, bazı da itinalı bir uyum içinde mevcudiyetlerini sürdürürler.
Hz. Mevlânâ’nın, herkes bir amaç için var edilmiştir minvalindeki bütün anlatıları, tembel ve tekdüze fikirleri bu yönde harekete kavuşturur. Çünkü amaç için ihtiyaç ve sorumluluk gerekir. Bir toz partikülünün bile vazifeyle şereflendiği âlemde, Allah’ın halifesi olan varlığın misliyle gayret, emek ve kullukla emrolunması zihni yormuyor. Aksine insanın kendi mürekkep varlığı içinde ve âlemin bir parçacığı olduğu hakikatini vurgulayan bizlik şuuruyla, yaradılışını manidar ve arzulu bir merhaleye taşıyor. Bu, insana hem uzun ve dik yokuşların dizleri sızlatan yorgunluğunu tattırıyor; hem de özlenen adreslere gidişi temsil eden yorgunluğun ilahi neşesini kılcal damarlara kadar zerk ediyor.
Bütün bu sebepler, zerreler ve bileşkeler düzeninde insan, yegâne kudretin kulu olmakla ve hesaba çekileceği ameller, sorumluluklar, görevler âleminde yaşamakla, son derece güçlü bir tutkuya sahip. Bu tutku sıfatlar içinden kulluğu saf dışı bıraktığında “ben” öznesinin kölesi olmaktan öteye geçirmeyecek bir aldanışın dramasını kalem kalem yazıyor. Fakat bu tutku, “biz” öznesine hizmeti ve gayreti yörünge bilip; yegâne varlığa, bir ve tek olan, ben’i de biz’i de var eden Rabbine yöneldiğinde, kâinatı bir peyzaj ustası gibi süslüyor.
O hâlde kulluk, kimliği haysiyetli kılan ilk vecibe… Kul oluş, Allah’ın şeriatında, haksız ve akıbeti hayırsız bütün sepeb-sonuç sentezlerini de yerle bir eder. Çünkü Rabbin şeriatı bütün zerreleri kuşatır. Gökte ve yerde, yerin magmasında bile geçerlidir. Arılar Allah’ın verdiği ilhamla görevlerini icra ederken; gezegenler de O’nun hükmüne tâbi bir akışa mühürlüdür. Bu hükümler hiçbir zerre tarafından es geçilemez ama ne var ki insan, hükmü yerine getirmeme iradesine sahiptir ve bu irade ile diğer bütün zerrelerden ayrıdır. Güneşin doğuşu ve batışı arasındaki hüküm, Güneş’in iradesi dışındadır da bu yüzden mizanda tartılmaz; fakat insanın iyi ve kötü arasındaki bütün gelgitleri iradesine bağlı kılındığından, vazifenin doğru icra edilip edilmediği hususunda her an sorumludur ve her an imtihan olmaktadır.
Öyleyse insan neye hayıflanmakta? Sürekli dönüp duran bu sistemin öylesine bir refleks ya da dürtüyle, mihaniki bir sıradanlıkla amel eden bir parçası olmadığına mı yakınmakta? Ne yazık… Hâlbuki bu sistemin içinde vazifeli, şuurlu, genişçe tercih alanlarıyla donatılmış ve âleme direkt ya da bilvasıta etki edebilecek bir kimliğe sahip oluşumuz, kulluğu ve insan kalabilme gayretini en dik yokuşlarda dahi anlamlı ve şerefli kılmakta; imtihanımız olan bütün günah-sevap, haram-helal, doğru-yanlış, iyi-kötü zıtlıklarından Hak olana gidişi cennetle müjdelemektedir. Yaratılmış âleme, âlemin kusursuz düzenine, bu düzenin anlamlı ve iradeli bir parçası oluşumuza ve tüm bunları mümkün kılan Ehad olan Allah’a hamd olsun.