Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un iktidara bir nevi “topal ördek” olarak geldiğini biliyoruz. Fransa’da sol ve sağ partiler, aşırı ırkçı sağın adayı Le Pen’in iktidarını önlemek için Macron’u başkanlığa taşımaya onay verdiler. Macron, Fransız sokaklarından, toplumsal hareketlerinden ve hâkim ya da alternatif ideolojik kavgalarından uzak ve vasat bir figür olarak Fransız siyasetine adımını attı. Elbette Fransa’daki ekonomik, siyasi, ırksal-kültürel problemler Macron ile başlamadı. Daha önce sol iktidarlar da liberal iktidarlar da Paris banliyölerinde alev alan ve genellikle ırksal ya da kültürel başkaldırı unsurları barındıran meydan okumalarla sınandılar. Macron sadece getirmeye çalıştığı neoliberal reçete ile durumu daha da kötüleştirdi. Irksal, kültürel memnuniyetsizliğin çok ötesinde fakirleşen, emeklilik haklarının kısıtlanması ile karşı karşıya kalan siyah veya beyaz Fransa’nın çalışan kesimi ekonomik olarak mutsuz olduğunu artık Paris’in göbeğinde eylem yaparak Macron’a gösteriyordu. Hala Fransız Cumhurbaşkanı’nın protestoculara nasıl hitap edeceğini bilemediği, kendini Elysee Sarayı’na kapattığı görüntüler aklımızda. Fransız ekonomisinin ve özellikle de kamu sağlığı gibi belirli hizmet sektörlerinin ne kadar kırılgan olduğunu anlamak için ise koronavirüs salgınını beklemek gerekiyordu. Sonuçta Sarı Yelekliler sadece sıradan öfkeliler olarak görülebilirdi ama heyhat Kovid 19 salgınından en çok etkilenen, sağlık hizmetleri açısından en çok zorlanan ve sonuçta ekonomisi komşularıyla kıyaslandığında en çok daralan ülke Fransa idi. İşadamı Macron’un Fransa’yı yüceltmek için milliyetçi sosla sunduğu rekabetçi finansal reçeteler başarısız olmuştu. Bu başarısızlık karşısında Macron, çareyi dış politikaya yönelmekte buldu.
Dış politika üzerinden Fransa’nın içerisine seslenmenin çeşitli avantajları vardı. Öncelikle zamanın ruhu liderlerin küresel diplomaside öne çıktığı bir dönemi işaret ettiğinden neoliberal reçeteler için özür dilemeden emperyal /milliyetçi politikaları (Küresel Fransa söylemi) temsil ediyormuş gibi yapmak mümkündü. Aslında Macron’un ilk tercihi bu değildi. Fransız Başkan ilk olarak AB politikalarını Fransa liderliğinde canlandırmak, Fransızlar için hazırladığı neoliberal reçeteleri Avrupalılara satmak istedi. İngiltere, Brexit ile Avrupa’dan kopmak ve kendi küresel İngiltere hayallilerine uçmak için adımlarını atmıştı. Almanya dahil Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleri Macron’un heyecanını paylaşmak konusunda isteksizlerdi. Daha da ötesi Macron, AB’nin Akdeniz ülkelerini (İspanya, İtalya, Malta) ortak gündem konusunda ikna etmekte başarısız oldu. Artık Macron, çifte başarısızlığın izlerini silmek zorundaydı ve bu kolay bir iş değildi. Bu zorluğun farkında olmalı ki Macron, hızla varlık sebebi neoliberal politikaları terk ederek, Fransa’nın eski sömürgeci politikalarının yeniden canlandırılışı biçiminde de sunulan popülist-milliyetçi bir dış politika izlemeye yöneldi. Aslında Macron’da biliyor ki Fransa’nın Ortadoğu-Levant bölgesini dizayn edecek gücü yok, rakip ise çok. ABD orada, Rusya orada, Çin orada, İran orada, Suudi Arabistan orada, İtalya orada, İngiltere orada ve 2011’den beri bu listenin dışına atılması için o kadar gayret sarf edilen Türkiye orada.
Aslında Macron, Fransa’nın bölgede kaybetmeye dayalı geleneğinin bir uzantısı. 20. yüzyılın ilk yarısında Kuzey Afrika ve Ortadoğu Bölgesi’nde (KAOB) etkili bir aktör olan Fransa’nın, bu tarihten sonra bölgedeki etkisini hızla kaybetmiş olduğu bilinen bir gerçektir. Paris’in KAOB’daki zemin kaybı özellikle eski Fransız sömürgelerinden Cezayir ve Tunus’un bağımsızlıklarını kazanmalarıyla başlamıştır. Adı geçen ülkelerin bağımsızlıklarını takiben Fransa’nın Doğu Akdeniz’de etkisi oldukça azalmıştır. 21. Yüzyıla geldiğimizde, Lübnan ve Suriye’de kan kaybetmeye devam eden Paris’in yerinin artık ABD ve Rusya, İran ve Körfez çekişmesiyle doldurulduğunu görüyoruz. Yine de Paris yatırımlar ve insan kaynağı üzerinden Tunus-Cezayir merkezli eski dünyası ve Abu Dabi merkezli yeni dünyasına ulaşmaya gayret etti. Bütün bu varlığa rağmen Paris nasıl sağır ve kör olmuş olmalı ki Arap Baharı’nın Arap sokaklarının nabzını ele geçireceğini hissetmedi. Tunus, Mısır ve Libya’nın gerçekleri Ankara’da duyulmuş ama bu ülkelerin mevcut liderlerini şatafatla ve iş anlaşmaları karşılığında Paris’te ağırlayan Fransa’da duyulmamıştı. Durumun ciddiyetinin farkında olan Fransa, Arap Baharı sonrası bölgedeki karışıklıktan istifa ederek bölgeye dönmenin yollarını aradı. Dönüş formülü zaten yakın tarihe kadar sesini duymadığı anlaşılan Arap sokaklarına değil, yönetimlerin dışarıdan askeri müdahalelerle şekillendirilmesi pratiğine dayanıyordu. İlk hedef Libya idi. Fransa, yakın zamana kadar Elysee önünde çadır kurdurduğu Libya lideri Kaddafi’nin ipini NATO müdahalesine ön açarak çekti. İkinci hedef, askeri darbe ile devrilen Mursi’nin yerine iktidara oturtulmuş Sisi rejimine sağlanan askeri-diplomatik desteklerdi. Kaddafi ve Mübarek yollansa da -ki gerçek etkili/etkisiz aktör Fransa değil ABD idi, petrol ve silah kontratına imza atacak liderlerin bulunmuş olması Fransa’nın gücünün kanıtı olarak sunuluyordu. Fransa’nın bölgeye yabancılaştığı, bölgede hareket alanının daraldığı gerçeği ise dökülen kanın ve mütecaviz politikaların arkasına saklanıyordu. Macron, popülist milliyetçi politikanın esvabını giydiğinde Fransa’da ve AB’de yaşadığı başarısızlığa, Fransa’nın KAOB’de kaybettiği kanı, 50 yıllık başarısızlığın izini bulaştırıyordu. Nitekim Macron, AB’nin güney ülkelerini ikna edemediği gibi Fransa’nın hamiliği konusunda Cezayir, Tunus ve Libya’lı aktörleri de ikna edemedi. Üstelik Libya’da desteklenen darbeci lider gidici görünüyor, Hizbullah nedeniyle yaklaşılamayan Suriye ve Lübnan’a ancak ABD’nin gölgesinde mütevazi adımlar atılıyordu.
Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de Libya ve Suriye’deki operasyonları ile Afrika’daki yeni saha kazanımları edinmiş olması Ankara’nın Macron Fransa’sı tarafından ciddi bir rakip olarak algılanmasına neden oldu. Bu rekabetin sadece aynı anda sahada var olan iki aktör arasındaki doğal rekabete benzemediğini de vurgulayalım. Olayın özünü kavramak için Suriye’ye bakmamız yeterli: Fransa’nın Suriye’ye yönelik PKK/PYD destekli politikaları Ankara’nın Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı gibi operasyonlarıyla neticesiz kalınca Paris, Fransa’nın Ortadoğu’da sahaya dönmesinin önünde yeni bir engel olduğunu anladı. Oysa Paris yıllarca yatırım yaptığı PKK’nın PYD ismi altında Kuzey Suriye’yi ABD’ye açtığını görmüş, bu acı ilacı da sırf ABD’yi ikna etmek için içmişti. Şimdi Washington’ı ikna etse dahi Ankara engeline takılacağını görüyordu. Kısaca Türkiye, Fransa’nın kayıplarını en görünür kılan aktördü. Macron, yaşadığı kaybın cezasını bu yüzden Batı ittifakına Türkiye üzerinden kesmek istiyor. Bunun için de Batı’yı en bölebileceği, yani Batı’ya yönelik şantajı tırmandırabileceği noktayı yani Doğu Akdeniz’i seçti. Doğu Akdeniz, ayrıca Macron için Fransa’nın Türkiye nedeniyle kayıplarını yansıtmak bakımından da sembolik önemi olan bir yerdi. Hatırlanacaktır, Kasım 2019’da Ankara Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile iki anlaşma (deniz yetki alanlarını sınırlandıran anlaşma ve güvenlik ve askeri işbirliği anlaşması) yapmış ve Ankara Libya’da Hafter lehine olan gidişatı tersine çevirmiş, Libya’yı Türkiye ve Türkiye ile işbirliği yapabilecek dostları için (İtalya, Malta, İspanya, hatta İsrail, hatta Mısır) potansiyel kazanç sahası haline getirmişti. Sahayı dönüştürme gücünü dosta, düşmana, masaya oturmak isteyene göstermesi ise Ankara’nın en somut kazancı idi. Bu durumu tersine çevirmek için Paris, Rusya, BAE, Mısır ile hareket ederek darbeci Hafter’i desteklemekte bir an bile tereddüt etmedi. Buna rağmen Türkiye’nin hanesindeki kazanç, Fransa’nın hanesindeki kayıp silinmiş değil. Macron Fransa’sının Ankara hakkındaki rahatsızlığı sadece Levant bölgesiyle sınırlı değil. Son dönemde, Türkiye’nin Sahel’de Nijerya ve ayrıca Etiyopya’da varlığını pekiştirmiş olması, Paris’in artık ciddi bir rakip olarak algıladığı Türkiye’yi mutlaka durdurması inancına yöneltti. Fransa artık kazanç için değil, kayıplarını durdurmak için oyun oynuyor.
Macron’un Erdoğan üzerinden Türkiye’yi ötekileştirme stratejisinin- gerek AB/NATO’da, gerekse bölge ve bazı bölge dışı ülkelerle oluşturduğu kırılgan ittifaklar içerinde istediği sonucu vermemesinin temel nedeni de bu. Popülist milliyetçi aktör kazanç üretmediği zaman hedefini tutturamadan yere çakılan bir kamikaze pilotuna döner. Korsika Med7’de böyle bir çakılma değilse de Fransa adına büyük bir yalpalanma yaşandı. Üstelik bu başarısızlık sürpriz de değil çünkü Macron Fransa’sının Türkiye’yi caydırmak adına Akdeniz’e gönderdiği donanmasının etkisiz olduğu-ve olacağı-bizzat Batılı kalemlerce bloglarda çoktan yazılıp çizilmişti.
Macron, Korsika’da düzenlenen Med7 öncesi yaptığı çirkin açıklamada Türkiye’nin meşru olarak seçilmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Türk halkından ayrıştırmak suretiyle, hem Türk iç siyasetinde bir bölünme ve istikrarsızlık yaratmak istedi hem de AB içinde Türkiye’yi Erdoğan bahanesiyle ötekileştirerek Akdeniz ülkeleri arasında Fransa önderliğinde Ankara karşıtı bir blok oluşturup 24-25 Eylül AB Liderler Zirvesi öncesinde Ankara’ya sert yaptırımlar uygulanmasını garantilemek istedi. Ancak Med7 sonrası, Macron’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan saldırgan ifadesini değiştirmek zorunda kaldığı görüldü. İspanyol El Pais gazetesinin haberine göre Macron’un Med7 sonrası Türkiye ile diyalog kurulması gerektiğini vurgulamasının asıl sebebi İspanya, İtalya, Portekiz ve Malta’nın devreye girmiş olması. Med7 Ortak Bildirisi, Türkiye’nin haklı iddialarına destek vermiyor ve Birlik politikası olarak üye GKRY’ni destekliyor ancak Türkiye için burada önemli olan başarı, Macron’un 25 Eylül Avrupa Konseyi Liderler Zirvesi öncesi Türkiye’ye yönelik yaptırımları Korsika Med7 zirvesi sonuç bildirisine koyduramamış olmasıdır. Fransa, popülist milliyetçi elbisesinde açılan delikleri bir an önce yamamak, bu işi de gerçekçi biçimde yapmak zorundadır. Erdoğan karşıtı retorik üzerinden Türkiye iç siyasetine karışmak, Türk halkının demokrasi bilincini sorgulamak, muhalefeti küçümsemek, bundan önceki bazı Batılı siyasiler gibi ‘‘Erdoğan ayrı, Türkiye’’ ayrı diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru Cumhurbaşkanı’nı devirme stratejisine soyunmak sadece geri teper. Üstelik bu geri tepiş esnasında, Fransa çok şey de kaybeder. Şimdilik Paris, Türkiye’nin KAOB’sinde çok değerli dostluğunu, ortaklığını kaybetti.
Med 7’de Macron tüm aczini Türkiye’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı üzerinden sergilerken Fransa’da Sarı Yelekliler sokaklarda Macron’u bir daha seçmeyeceklerini haykırıyorlardı. Macron’un siyasi ömrü çok uzun görünmüyor. Oysa Fransa Macron sonrasında sağlıklı bir Türkiye politikası inşa etmek zorunda kalacak. Aksi bir durumda AB ve NATO’nun güney kanadının güvenliği yara alır. Yani Batı’nın Fransa’dan daha ciddi kayıpları olabilir. Türkiye sağduyulu ama kararlı Batı diplomasisinin kendini düzeltmesini, şalteri açıp kapamasını bekliyor.