Muhalefet son yirmi yıldır belki de hiç olmadığı kadar yüksek bir motivasyonla 14 Mayıs seçimleri için hazırlanıyor. Özellikle son iki yılda enflasyonda yaşanan yükselişin, kaybetmeye alışmış muhalefeti “umutlandırdığı” bir gerçek. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanabilecek aday olduğunu düşünmesinin altında biraz da bu ümit yatıyor.
Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan da çalışan ve emeklilerin gelirlerinde yaptığı iyileştirmeler ve enerji fiyatlarındaki sübvansiyonlarla alım gücünü enflasyon karşısında korumaya çalıştı. Diğer yandan dolar kurundaki artış frenlendi. Hem baz etkisi hem de Türk Lirası’ndaki stabiliteyle enflasyonda da nispi bir düşüş sağlandı. İktidarın farklı enstrümanlarla yaptığı hamlelerin arkasında güçlü bir liderlik yatıyor. Bu da “Yaparsa yine Erdoğan yapar” formülünü destekliyor.
Oysa benzer bir senaryoda daha zayıf aktörlerin olduğu çok parçalı bir koalisyon hükümeti yetersiz kalabilirdi. 6 Şubat depremlerinde olduğu gibi karşılaşılan sorunlar ne kadar büyük olsa da Erdoğan’ın siyasi iradesi ve liderlik kapasitesiyle duruma vaziyet ediyor olması seçmen tarafından fark ediliyor. Geçen yılın yaz aylarından itibaren hem Cumhurbaşkanı’nın hem de AK Parti’nin oylarında görülen istikrarlı yükselişte vatandaştaki bu algının payı var. Bunu iktidar lehine çekici faktörler arasında değerlendirebiliriz.
Öte yandan bir de muhalefet aleyhine itici faktörler söz konusu. Bunlar arasında da muhalefetin seçmen nezdinde “yönetebilirlik” konusunda bir güven oluşturamaması başı çekiyor. Millet İttifakı’nı negatif etkileyen ikinci bir unsur ise güvenlik ve dış politika konularındaki politikasızlığı. Bilhassa Yeşil Sol Parti (YSP-HDP) ile girilen angajmanlar, Türkiye’nin terörle mücadelesi ve milli güvenlik politikalarına ilişkin belirsizlikler seçmen kaygılarını perçinliyor.
Muhafazakar seçmenin dini kimlik hassasiyetlerine karşı sigorta olacakları düşünülen Saadet, DEVA ve Gelecek partilerinin ittifak içinde “hamilik” misyonunu üstlenebilecek bir ağırlığa ulaşamamaları da bir başka olumsuzluk. AK Parti tabanından ciddi anlamda oy getirebilecekleri düşünülen bu üç parti seçime kendi logolarıyla değil de CHP listelerinden girme kararı aldı. Yeni kurulan DEVA ve Gelecek partilerinin kendi kurumsal kimliklerini oluşturmaları açısından kritik olan bu ilk seçimde CHP listelerinden aday göstermek zorunda kalmaları AK Parti’ye alternatif olacak bir büyüklüğe erişemediklerinin açık bir işareti.
3-6 Mart tarihleri arasında yaşanan ortak aday krizi sonrası muhalefet ilk kez iktidara gelmeleri halinde Türkiye’yi nasıl bir usulle yöneteceklerine dair somut bir metin paylaştı. Gerçi 28 Kasım 2022’de açıklanan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi (GPS) önerisinin de bir yönetim usulü olduğu söylenebilir. Fakat onun 15 Mayıs günü uygulanacak bir sistem olmadığını, bir Anayasa değişikliği önerisi olduğunu, hayata geçebilmesi için Millet İttifakı’nın Meclis’te en az beşte üçlük bir çoğunluğu sağlaması ve müteakiben yapılacak referandumdan da yüzde 50 artı bir oyu alabilmesi gerektiğini unutmayalım.
Dolayısıyla Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisi en azından şimdilik uzak bir hedef. Seçmen için kısa vadede hayati olan husus 6 Mart’ta açıklanan yol haritasıdır. Bu yol haritasının öngördüğü yönetim modeli Millet İttifakı’nın bir koalisyon olmasının getirdiği dezavantajları bünyesinde taşıyor. Bir tür başkanlık konseyini andıran bu modeli ana hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz:
Cumhurbaşkanı seçilirse Kılıçdaroğlu’nun en az yedi cumhurbaşkanı yardımcısı olacak. En az diyorum çünkü yol haritasında “Millet İttifakı’na dahil partilerin genel başkanlarının” cumhurbaşkanı yardımcısı olacağı yazıyor. Bu durumda ittifak genişlerse yeni yardımcıların gelip gelmeyeceği sorusunun yanıtı belirsiz.
Yardımcıların beşi ittifak üyesi partilerin genel başkanları diğer ikisi ise Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlarıdır. Belediye başkanlarının ne zaman atanacağı belli değil. Görevlerinden istifa etmeden Cumhurbaşkanı Yardımcılığı yapmaları anayasal açıdan sorunlu.
Her partiye en az bir bakanlık verilecek, geri kalan bakanlıklar milletvekili sayısına göre dağıtılacak. Kılıçdaroğlu kimin bakan olacağına ilgili partinin genel başkanının onayıyla karar verecek.
Yol haritasının sekizinci maddesine göre “Cumhurbaşkanı; seçimlerin yenilenmesi, OHAL ilanı, milli güvenlik politikaları, Cumhurbaşkanlığı Kararları, Kararnameleri ve genel nitelikteki düzenleyici işlemler ile üst düzey atamalarda Millet İttifakı’na dahil partilerin genel başkanlarıyla uzlaşı içinde karar alacaktır.” Bu hüküm yürütme organının işleyişini sekteye uğratabilir.
Hemen bütün işlemlerde tam mutabakat şartı aranıyor. Eğer metin lafzına uygun şekilde hayata geçirilirse Kılıçdaroğlu Türkiye’nin günlük meseleleri hakkındaki Cumhurbaşkanı Kararları’nı dahi beş genel başkanın onayıyla verebilecek. Durumun ne kadar içinden çıkılamaz bir hal alabileceğini anlatmak için son beş yıllık uygulamaya bir göz atalım. Resmi Gazete kayıtlarına göre Cumhurbaşkanı Erdoğan 10.7.2018 ile 3.5.2023 tarihleri arasında toplam 3 bin 669 karar almıştır. Yani her gün ortalama iki Cumhurbaşkanı Kararı verilmektedir. Kılıçdaroğlu bu kararlar için her defasında genel başkanların onayına ihtiyaç duyacak mı? Yol haritasına bakılırsa duyacak. Dolayısıyla günün sonunda Millet İttifakı konsensüs arayışından icraat üretmeye fırsat bulamayabilir.
Zaten koalisyonların -bir de zayıf liderliklerle birleşirse- en önemli dezavantajlarından biri birlikteliği korumak için icraatın niteliğinden taviz vermek zorunda kalmasıdır. Mesela yapılacak bir atamada partiler arası pazarlıklar liyakat kriterinin önüne geçebilir. Herkesi memnun etme isteği gerektiğinde net siyasi pozisyonların alınmasını engelleyebilir. Bu da politikasızlıkla neticelenir. İşte Millet İttifakı’nın bu yapısal sorunları, arzu ettikleri oy geçişlerinin yaşanmasını engelliyor.
Bir de yukarıda bahsettiğim ulusal güvenlik ve kimlik kaygıları meselesi var. Azımsanmayacak oranda bir seçmende Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası terörle mücadele alanında elde ettiği tarihi kazanımların kaybolması endişesi söz konusu. 1980’li yıllardan beri istenilen ama tam anlamıyla gerçekleştirilemeyen “terörü kaynağında kurutma” hedefi doğrultusunda hem Suriye hem de Irak’ta önemli başarılar sağlandı.
Bu çerçevede Türkiye kendi topraklarının güvenliği için Suriye ve Irak’ın kuzeyinde askeri unsur bulunduruyor. Muhalefetin seçim beyannamesi niteliğindeki ortak politikalar mutabakat metninde Türkiye’nin sınır ötesi askeri varlığına dair herhangi bir ifade bulunmuyor. Buna karşılık AK Parti’nin seçim beyannamesinde bu konuda tutum açıkça ortaya koyuluyor:
“…Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaptığı sınır ötesi harekatlarla PKK, PYD ve DEAŞ terör örgütleriyle aynı anda mücadele ederek eşine az rastlanabilecek bir saha başarısı ortaya koymuştur. …Türkiye’nin sınırları dahil olmak üzere sınır ötesindeki unsurlarımıza tehdit oluşturabilecek her türlü güvenlik riskini minimize edeceğiz.”
Bu müphemliğe Kılıçdaroğlu’nun YSP’den (HDP) aldığı destek ve CHP’nin, Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığına karşı çıkması gibi gerçeklikler de eklenenince seçmenin endişeleri tepkiye dönüşüyor. Toplum terörle mücadele ve savunma sanayii politikalarını ciddi şekilde sahipleniyor. Son günlerde Mansur Yavaş gibi bazı siyasilerin yaptığı terörle mücadele vurgularından Millet İttifakı’nın seçmenlere bu konularda güven telkin etme ihtiyacı duyduğu anlaşılıyor.
Türkiye’nin son yirmi yılda savunma sanayiinde yaptığı atılımlar da milli güvenlik bakımında kritik önemde olması sebebiyle 14 Mayıs için belirleyici olabilir. Temeli Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine kadar giden yerli savunma sanayiine kavuşma hayali AK Parti hükümetleri döneminde ciddi anlamda gerçeklik kazandı. Geliştirilen tank, helikopter, insansız hava araçları, zırhlı araçlar ve savaş gemileri gibi yerli sistem, silah ve platformlar niteliklerini Ukrayna’dan Azerbaycan’a, Afrika’dan Suriye’ye uzanan geniş bir coğrafyada katıldığı sıcak çatışmalarda ispat etti.
Erdoğan yönetiminin bu alanda bir vizyon ortaya koyduğu ve bunu kararlılıkla uyguladığı açık. Ancak muhalefetin “yerli ve milli savunma endüstrisi” konseptini toplumu ikna edici şekilde sahiplendiğini söylemek güç. Sonuç itibarıyla siyasi model ve politikalara dair eksiklikleri Millet İttifakı’nın 14 Mayıs için en önemli handikapları arasında görülüyor. Seçmeni önemli belirsizliklerle dolu bir geleceğe çağırmak hiç de kolay değil.