13 Ağustos tarihinde ABD Başkanı Donald Trump ve ardından İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu’nun duyurduğu İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ve her iki ülkenin birbirini tanımasına ilişkin bir dizi antlaşma imzalanacağına dair açıklama, Doğu Akdeniz ile ısınan Ortadoğu gündemine bomba gibi düştü. İsrail’in Trump’ın sözde barış planına bağlı olması, yasadışı yerleşim inşaatlarına devam etmesi ve işgal planını Kovid-19 pandemisinin yavaşlatmasına rağmen aktif bir şekilde gündemde tutması gibi Filistin Devleti’nin egemenlik hakkını ihalelerine rağmen yaşanan bu gelişme dünya kamuoyunda geniş bir yankı buldu. Her ne kadar BAE ve İsrail yakınlaşması son on senede gizli kapaklı bir gelişme olmasa da, İsrail için herhangi bir tavizden uzak bir şekilde ve ortada mağdur bir Filistin varken yapılmış olması gerek pek çok İslam ülkesinden gerekse Arap halklarından büyük tepki topladı. Arap dünyasındaki iktidarların ve toplumların isteklerinin birbiriyle örtüşmediği Filistin meselesi ise İsrail ile ilişkilerin turnusol kağıdı olarak bu normalleşme sürecinin de merkezinde yer almıştır. Türkiye ve İran yakınlaşmayı en sert dille kınarken, Ürdün İsrail’in işgal tehlikesinin altını çizerek önemli bir uyarı açıklaması gerçekleştirdi. Umman her ne kadar antlaşmayı siyasal olarak desteklese de Umman Müftülüğü Aksa’nın bir pazarlık unsuru olamayacağı şeklinde bir bildiri yayınladı. Öte yandan Bahreyn ve Mısır antlaşmayı memnuniyetle karşılarken Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan cephesinden bu yazının ekleme alındığı saatlere kadar resmi bir açıklama yapılmadı.
İsrail kuruluşundan günümüze statik olmayan bir dış politika algısı ve en zorlu düşmanına dahi diplomatik kanallardan müdahale edebilecek bir diaspora gücüne sahip olmuştur. Savaşlarda cephe daraltma ve ana ağırlığı bir cepheye verme prensibiyle hareket eden İsrail, diplomasi evresinde de tehdit olarak algıladığı güçlere karşı bir çevreleme stratejisinden
bugüne kadar vazgeçmemiştir. Dünya politikaların ve dost/düşman dengelerinin evrildiği yere göre hamle yapan İsrail dış politikası, Soğuk Savaş ile birlikte NATO bloğu, SSCB’nin dağılması ve Oslo süreciyle bazı Arap devletleri ve dahi Çin ile ilişkilerini kurarak ve güçlendirerek diplomatik dengelerin genel akışı yönünde hareket etmiştir. Arap Baharı’nın getirdiği süreçle birlikte Suriye’de düğümlenen süreçten ve İran’ın yayılmacılığından faydalanan İsrail, 2010’lardaki diplomasi stratejisini ise “düşmanımın düşmanı, eski düşmanım da olsa, dostumdur” prensibine oturtmaya çalışmıştır. Böylelikle son on yıllık süreç içerisinde ABD’nin Körfez’deki güçlü müttefikleri, İsrail için de potansiyel ortak olarak algılanmıştır. Pek tabii, ortak ABD işbirliği ve ortak İran düşmanlığı bu algılamadaki en büyük motivasyonu teşkil etmektedir.
BAE açısından İsrail ile normalleşme ihtiyacını anlamlandırmak gerekirse Muhammed bin Zayed’ın İsrail kartını ortaya atmasını sırasıyla körfezde Türkiye-Katar ve dahi İran’a karşı güvence arayışı, Kuzey Afrika’da; Libya, Tunus ve Cezayir’de etkinlik gösterme arzusu ardından da Sudan ve Yemen aksında hem Şiilere hem de İhvan’a karşı takındığı tutumu destekler bir müttefik arama çabası olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada sorulması gereken soru BAE’nin çıkarları olduğunu savunduğu bu cephelerde özgül ağırlığı ile hareket edip etmediğidir. M. bin Zayed’in BAE’yi bölgesel liderliğe taşıma gibi bir arzusu olsa da emirliklerinin böyle bir kapasitesi olmadığı açıktır. Her ne kadar Katar üstündeki ablukanın devam etmesi konusunda diğer Körfez ülkelerini ikna eden ve bu uğurda ABD ile bile ters düşse de, BAE’nin Arap ülkeleri arasında lider ülke olma ihtimali yerine bir bölgesel gücü asiste edecek en önemli finans kaynağı olma potansiyeli daha yüksektir. Bu sebeple BAE’nin taraf olarak bulunduğu kriz bölgelerinde siyasal anlamda daha köklü Ortadoğu devletlerini ve bu devletlerin BAE ile olan ortak çıkarlarını irdelememiz aslında İsrail-BAE normalleşmesinin kökenini ve varacağı noktayı öngörmemizde bizlere yarar sağlayacaktır.
Normalleşme ve işbirliği antlaşmalarının imzalanacağının Donald Trump ve Bünyamin Netanyahu tarafından duyurulmasının ardından BAE Dışişleri Bakanı Enver Gargaş’ın bu antlaşmayı bir “kazan-kazan” antlaşması olarak nitelemesi buna ek olarak Netanyahu’nun sırasıyla Mısır, Umman ve Bahreyn’e antlaşmanın destekçileri olmaları hasebiyle teşekkür etmesi ise BAE’nin İsrail-Arap normalleşmesi sürecinde sadece bir basamak olduğunu apaçık ortaya çıkarmıştır. İsrail-BAE antlaşmasının imzaları kurumadan Bahreyn ve onun politik/kültürel ekseninden çıkmayan Suudi Arabistan’ın benzer antlaşmalara taraf olmaları muhtemeldir.
İsrail-BAE antlaşması, aslında 2010’lardan itibaren Netanyahu hükümetlerinin ABD desteğini alarak Ortadoğu’da yeni bir ittifak arayışının ve yumuşama hamlelerinin gizlisi saklısı olmaksızın ortaya çıkmış halidir. İsrail ve Arap devletlerinin Filistin’in işgaline rağmen normalleştirilme çabaları ise bazı prestij projelerinin tasarlanması ile meşru gösterilmeye çalışılmıştır. Örneğin; Ölü Deniz-Kızıldeniz Su Arıtma Projesi, İsrail-Ürdün Doğalgaz Hattı Projesi, Mısır-İsrail Teröre Karşı Ortak Güvenlik Tatbikatları, Tel Aviv-Amman-Riyad-Abu Dabi Barış Treni Projesi gibi fikirlerle Arap toplumunun nabzını yoklayarak başlamıştır. Bunu BAE’de düzenlenen ve Israil’in sıkça katıldığı uluslararası spor organizasyonları, uluslararası akademik ve siyasi konferanslar takip etmiştir. Dahası Suudi Arabistan, Bahreyn ve Kuveyt ile ortak bir dış politika ekseninde hareket eden BAE 2016 yılında ABD’de Israil’in de bulunduğu bir hava tatbikatına katılmıştır. Körfezdeki örnekleri çoğaltacak olursak 2018 yılında Netanyahu’nun Umman’ı ziyareti ve iki ülke arasında ilişkilerin tesisi ise yeni Körfez-Siyonist ittifakının temellerini atacak hamleler olmuştur.
İsrail “ortak düşman” ve “ortak dost” etrafında birleşebileceği Arap devletleri ile uzlaşı arayışı bir gerçeklikken Arap devletlerini bir bütün olarak değil tek tek ele almaktadır. İsrail’in bugüne kadar başarmış olduğu şey de budur. Uyguladığı diplomasinin etkin olup olmamasının ötesinde Arap devletlerini kendisine karşı yek pare olarak düşman ya da dost algısı oluşturmak yerine devletlerin tek tek çıkarlarına odaklanmalarını sağlamak İsrail’e mevzi kazandıran stratejidir. Böylelikle Filistin davasının Arap dünyası içerisinde toplu bir şekilde savunulmasının güçleştiği açıktır.
Önemle altını çizmemiz gereken bir diğer konu da; tüm bu değerlendirmelerin, Körfez-Siyonist ittifakının ve İsrail’in Filistin’deki süregelen işgalinin İsrail ile ilişkilerini geliştirmek isteyen Arap devletleri tarafından bir ayak bağı olarak görülmesinin sorumluluğu Arap devletlerinin mevcut idarecileri üstündedir. İsrail’in Golan’ı işgalinin Trump yönetimi tarafından meşru sayılması, Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması, Trump Planı’nın ortaya atılması, İsrail’in Filistin’i işgal planını askıya almadan BAE-İsrail arasında normalleşme antlaşmasının gündeme gelmesi gibi gelişmelerin hepsinde ve daha fazlasında Mağrip’ten Körfez’e kadar Arap halklarının sivil muhalefeti gerek sosyal medyayı gerekse matbu basını kaplamış durumdadır. Buna ek olarak Filistin’in işgali gündemdeyken, Filistin Devleti’nin iradesine gölge düşüren BAE yönetimi başta Filistin yönetimi olmak üzere Hamas, İslami Cihat, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Ortak Arap Listesi Bloğu ve Fetih Hareketi gibi Filistin’deki pek çok farklı kesimden de tepki almıştır.
Normalleşme sürecinin ve etkilerinin diğer Körfez ülkelerine sirayet edeceği dönemler çok da uzak gelecekte değildir. Filistin davasını ve Filistinlileri önceleyen politikaların bu mesele ile dertlenen ülkelerin öncelikli dış politik vazifelerinden olduğu gibi diplomatik çerçeve içerisinde masada kalıp diyalog yolu ile propaganda kapasitesini artırmak da önemlidir. Trump’ın barış planı ekseninde bir tartışmanın Filistin için kabulu imkansızken, Trump planına karşı üretilecek argümanların bölgedeki tüm paydaşlar tarafından etkileşime açık platformlara taşınması gerekmektedir. Kısacası; diplomasi ile dayatılan planlar ve antlaşmaların reddi yine diplomatik iletişim kanallarını sonuna kadar kullanarak mümkündür.