Hâkim Batı düşüncesinin şekillendirdiği yeni düzenin bir karşılığı olan ötekileştirme anlayışının ve bu anlayıştan mülhem oryantalist yaklaşım, İsrail’in kurucu kodları üzerinde de etkili olmuştur. Diğer halkların, kültürlerin, dillerin Batı tarafından kendi lehine olumlanması olarak da kabaca tarif edilen oryantalizm, Edward Said’in tarifiyle “Doğu dünyasını Batı’ya daha az korkutucu hale getirmek için tüm Doğu’nun sınırlandırıldığı bir aşamadır.” Burada Doğu olarak tarif edilen coğrafyanın içerisine Filistin de dahil olmakla beraber, İsrail’in coğrafyayı işgalinin zeminindeki İngiliz-Yahudi iş birliği, oryantalist temellere dayanır.
Siyonizm'in fikir babası olarak da nitelendirilen Theodor Herzl’in Siyonizm anlayışı da oldukça oryantalizm sosludur. Herzl, siyasi siyonizmin öncüsü olarak inşa edilecek devletin Filistin toprakları olsun yahut olmasın diplomasi yoluyla elde edilmesi gerektiğini savunmuştur. Herzl’ın yöntemi, farklı coğrafi önerileri de makul bularak mutlak bir kolonileşmeye işaret etmektedir. Herzl’ın metoduna göre Filistin dışında farklı bir coğrafya göç için tercih edilmiş olsaydı, o bölgede yaşayan halkın yerinden edildiği, etnik temizliğe maruz bırakıldığı benzer bir senaryoyu görecektik. Dolayısıyla toprak ile ilişki kurmuş halkın varlığının yok sayıldığı bu anlayış, siyonizmin farklı veçhelerinde de kendine yer bulmuştur.
Siyonist kongrelerin öncesi ve sonrasında “Aliya” olarak tabir edilen Yahudi göçleri de oryantalizmden bağımsız ele alınmamalıdır. Zira göçler esnasında bölgede yaşayan halkın varlığı görmezden gelinmiş, halkın siyonist göçlere olan tepkileri “doğulu” olmanın karakteristik getirisi olarak hırçın bir dışavurum olarak görülmüştür. Oryantalizmin dini boyutuyla alakalı olan göç sürecinin bu yönü, tarih yazımında “Kitab-ı Mukaddes” dışındaki tarihten yoksun bir Filistin coğrafyası oluşturmak istemiştir.
“Topraksız bir halk için, halksız bir toprak” ifadesi, göçlerle beraber İsrail’in kurulmasına giden süreçte temel söylem haline gelmiştir. İsrail, bu coğrafyanın göç esnasında boş olduğunu, yerleşik bir halk değil dağınık kabilelerin olduğunu iddia etti. İsrail’in temel misyonlarından birinin bölgeye medeniyet (!) getirmek olduğu argümanı ile eğitim sistemi ve işgal dili inşa edildi. Beyaz adamın yükü ile ne kadar benzer değil mi… Oysa ilk göçler ile gelenler defterlerine şu notu düşmüştü: Gelin güzel ama başka bir adamla evli.
Hiç de siyonist tahayyüldeki gibi bir coğrafya yoktu ortada. Halk bütünlük içerisinde kültürün ve medeniyetin önemli bir taşıyıcısı konumundaydı. Mevcut halkın bir gerçeklik olarak siyonist kongrelerce de farkına varılması, “demir yumruk” siyaseti olarak da bilinen tedhiş ve saldırılar ile toprakta hegemonya kurmanın da başlangıcını oluşturdu. 1980’lerde İsrail’de ortaya çıkan “Yeni Tarihçiler” topluluğu, İsrail’in kurulma sürecinin bu tezlere değil, yerinden etmeye ve etnik temizliğe dayandığını tarihi belgeler ile ortaya koymasının ardından İsrail tarih yazımında ve toplumunda önemli bir kırılma sağlamışlardır
Elbette bu oluşum süreci sadece dini gerekçeler ile açıklanamaz. Oryantalizmin emperyalizm ve sömürge ile olan iç içeliği de Filistin topraklarında kolonileşmeyi beraberinde getirmiştir. Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi Britanya’nın Doğu’ya giden rotalarını garanti altına almanın, emperyal çıkarları korumanın da bir yolu olarak görüldü. İngiltere’nin Filistin’e yaklaşım ve uygulamaları, emperyalist çıkarlara hizmet eden ancak aynı zamanda siyonist hedeflerle de uyumlu olan sömürücü bir ekonomi geliştirmeye yönelikti.
Siyonizm ve oryantalizm arasındaki ilişki yalnızca Filistinlilere olan yaklaşımlarda değil, Yahudilere yönelik uygulamalarında da neşvünema buldu. Bir ‘iç oryantalizm’ de Aşkenaz Yahudiler ile diğer Yahudi topluluklar arasında gerçekleşti. İç oryantalizm, Orta Doğu’daki Yahudileri Mizrahi yani “Doğulu” olarak kategorize ederek yeni bir sosyal sınıf oluşturdu. Yeni sistem, Avrupa’dan gelenlerin haricindekileri ikinci sınıf bir konumlandırmaya tabi tuttu. Elbette burada bir toplum tabakasının doğu ile özdeşleştirilmesi/tasnif edilmesi, siyonist elitlerin zihnindeki doğu algısından bağımsız olarak ele alınamaz.
İsrail, büyük ölçüde Aşkenazlar’dan oluşan Yahudi kültür seçkinlerinin üzerine inşa edildi. Mizrahiler hem ekonomik hem de demografik olarak farklı bir muameleyle karşılaştı. Nekbe ile yüzbinlerce Filistinli etnik temizliğe maruz kalırken; İsrail kanadındaysa daha henüz doğum aşamasında olan bir devlet, toplumsal fay hatlarını gerginleştirerek ilerleme sağladı. İsrail’de günümüzde de devam eden toplumsal ayrışmaların temelinde yeni devlet kimliğinin mahiyeti yer almaktadır.
İsrail’in kurulmasına giden süreçte en kritik konulardan biri yeni bir “ulus”un ne üzerine inşa edileceğiydi. Yüzyıllardır farklı coğrafyalarda farklı siyasi ve kültürel tecrübelerden geçen Yahudi topluluklarını tek tip bir vatandaşlık potasında eritmek, İsrail’in önündeki en temel sorunlardan biriydi. Oluşması beklenen yeni vatandaş prototipinin yönü Batıya bakmalı, beyaz Avrupalıya hitap etmeliydi. Zira kurucu ideolojinin ortaya çıktığı sosyal ve siyasi gerekliliğin membaı Avrupa’nın tam merkeziydi. Avrupa dışındaki Yahudi komüniteler aynı sosyal gerçekliklerden geçmemiş, keskin ötekileştirilmeye maruz kalmamış, dolayısıyla ulus tahayyülleri Avrupa içindeki Yahudilerde kendine yer bulmuştu. Uluslaşma fikrinin tahayyülden pratik karşılık bulunacağı adımlara geçişi ise oryantalist ideolojinin istikameti ile paralellik arz etmiştir. Yeni ulusun yapısının farklı coğrafyalardan gelen Yahudilerce bozulacağı endişesi ile ayrı uygulamalara tabi tutulmuşlardır. Burada farklı coğrafyalar ile kastedilenin doğulu geçmişleri olan Mizrahi Yahudiler olduğunu unutmamak gerekir.
İç oryantalizm, sadece demografi ve ekonomide değil, bilhassa “tarih yazımı”nda da kendini hissettirmiştir. Yahudiler yüzyıllar boyunca farklı coğrafyalarda diğer etnik topluluklar ile iç içe hayat yaşamış kitleler haline gelmiştir. Siyonizm ise yeni bir ulus ortaya çıkarken farklı coğrafyaların ve kültürlerin varlığını yok sayarak yekpare bir doğrusal hatta Yahudi tarihi ortaya çıkarmak istemiştir. Bu hat, “Yahudi Sorunu”nun kaynağı olan Avrupa’da yaşayan Yahudiler üzerinden şekillenmiştir. Seferadlar başta olmak üzere farklı coğrafyalarda yaşayan Yahudiler Avrupa’daki Yahudilerin yaşadığı asimilasyon ve entegrasyon problemlerini yaşamamasına karşın Siyonizm’in modernite etkisiyle hayata geçirdiği tarih yazımında bu durum göz ardı edilmiştir. Yahudilerin tamamının benzer acılar ve sorunlarla karşı karşıya kaldığı tezinin hâkim olduğu bu tarih yazımı, Aşkenazlar harici diğer toplulukların tarihlerinin silindiği modern bir anlatıyı ortaya çıkarmıştır. Siyonizm, Yahudilerin Filistin ile olan toprak bağını kopuşsuz ve tek bir hatta ortaya çıkarmaya çalışmış, İsrail’in kurulmasına giden süreçte, tezler bu fikir üzerine inşa edilmiştir. Günümüzde de İsrail’in başta arkeolojiyi kendi lehine kullanmak üzere toprağın ve tarihin akışında çarpıtmayla ötekini yok sayması, siyonizmin ana hatlarında oryantalizmin varlığına işaret etmektedir.
Oryantalist yaklaşım, bugün etkisi azalsa da güçlü şekilde devam etmektedir. Son aylarda bölgede yaşanan gelişmeler de bu duruma işaret etmektedir. Filistinlilerin kendi toprakları üzerindeki hakları görmezden gelinerek Batı kamuoyuna İsrail’in meşru müdafaası propagandası yapılıyor. Asrımızın devam eden en büyük işgali, belli sebeplere dayandırılarak İsrail’in güvenliği bağlamına yerleştirilmeye çalışılıyor. Medya ve siyaset, Gazze’de insanlık tarihinin en acı katliamlarından biri yaşanırken, zaman zaman ülkemizde dahi “topraklarını sattılar” iddialarını gündeme getirdi. Ancak işler Batı’nın istediği gibi ilerlemiyor. Oryantalist otorite ciddi anlamda sarsılıyor. Bir zamanlar Edward Said’in kalemi ile inkıtaya uğrattığı hakim paradigma, şimdilerde Said’in mezun olduğu Columbia başta olmak üzere yükseltilen sesler ile oryantalizmin gerçekliğine ayna tutuluyor.