Doğu Akdeniz’in güncel jeopolitiğinde hikâye aslında bir gasp hikâyesi olarak başladı. GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) 2003 senesinde Kıbrıs çevresinde KKTC’nin ve Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarını yok sayarak tek başına Münhasır Ekonomik Bölge ilan edip, bazı kıyıdaş devletlerle (Mısır, Libya, İsrail) Ada’nın tek sahibiymişçesine deniz yetki sınırlandırma anlaşmaları yaptı. Ayrıca kendi sözde deniz yetki alanını yine kendine göre parselleyerek yabancı enerji firmalarını buralarda sondaj ve hidrokarbon aramaya davet etti. GKRY’nin İsrail’den farklı olarak ama İsrail’de yaşanan doğalgaz çılgınlığından faydalanarak hedeflediği aslında enerji ticaretinde kazanç elde etmek değildi. Esas amaç doğal gaz çılgınlığından faydalanarak İsrail ve Avrupalı bazı devletleri ikna edip, Ada’nın etrafında bir fait a complis oluşturmak ve KKTC’nin ve Türkiye’nin haklarını gasp etmekti. GKRY’nin askeri ve ekonomik gücü çok sınırlı olduğu için bu gasp arzusu üç yönlü bir stratejinin başarıyla ve senkronize bir biçimde işleyebileceği bir jeopolitik durumun oluşmasını gerekli kılıyordu. GKRY, 2019’a geldiğimizde bu üç yönlü işbirliği stratejisinin gerçekleşebileceğini düşünerek oldukça umutlandı.
Bu işbirliklerinin ilk ayağı GKRY ve Yunanistan’ın üyeliği nedeniyle çantada keklik gibi görünen AB’nin Kıbrıs enerji ve egemenlik sorunlarına dâhil edilmesiydi. 2004 Sevilla Haritası’nın –ki bu harita KKTC- TC bağlantısını koparıyor, KKTC’yi yok sayıyor ve Türkiye’yi Antakya Körfezi’ne hapsediyordu- çizilmesinden başlayarak aslında bu sorunlar söz konusu olduğunda AB gönlünün kimden yana olduğunu göstermişti. Mesele AB’nin kendi sorunları ile boğuşurken ve bu sorunlar İngiltere’nin Birlik’ten kopmasına yol açacakken gönlünün istediği yere gitme yani Akdeniz’i bir AB gölü hale getirme kapasitesinin olmayışıydı. Hoş, Akdeniz’i AB gölü haline getirme rüyası AB ülkeleri Akdeniz’i güneyin kuzeye sızmasını engelleyecek bir duvar olarak görüp, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da istikrarsızlığın kanlı tamponlar yaratmasını desteklediklerinde bitti. Ancak, GKRY, 2000’li yılların ikinci 10 yılını tamamlarken Akdeniz’de kendi kurduğu hayaller yüzünden GKRY’yi desteklemeyi sürdürecek Fransa’yı yanında buldu. Fransa, Mari üssü ile ilgilendikçe, PESCO yardımlarından dem vurdukça ve Macron kameralara GKRY’nin Ankara karşısında desteklenmesi gerektiğini açıkladıkça Güney Lefkoşa’nın umutları canlı kaldı.
GKRY’nin kullanmayı düşündüğü ikinci hat İsrail ile ilişkiler hattıydı. Aslında Tel Aviv, bölgeye yönelik kendi dış politikasında 2000’lerin ilk 10 yılı ile ikinci 10 yılı arasında gelgitler yaşıyordu. Tel Aviv’in revizyonist davranabilen bir aktör olduğu malum ancak Doğu Akdeniz’de enerji keşfi İsrail’i revizyonist gündemini ılımlaştırarak komşularla makul deniz yetki sınırlandırma anlaşmalar yapmayı ve bölgede gittikçe rakibi olarak gördüğü Türkiye ile işbirliği geliştirmeyi de zorluyordu. Çünkü Avrupalı enerji devleri İsrail ve bir süre sonra GKRY ile birleştireceği East-Med kaynakları dışında bölgede yatırım yapabilecekleri başka kaynaklar (Libya, Mısır, vb) buldukları sürece, East-Med çok çok pahalı bir projeyken İsrail gazını paraya dönüştürmenin yegâne yolu Türkiye’den geçiyordu. İsrail’i bu kısmen ılımlı politikalardan caydıran sadece İsrail’in Akdeniz dâhil denizlerin önemini ve Türkiye’nin rakip olarak kapasitesinin ciddiliği ya da İsrail iç politikasında ultra-milliyetçi, revizyonizmin iyi bir dönüş vermesi değildi. İsrail ve GKRY’yi yayılmacılığın ödüllendirilmesi üzerinden birleştiren ABD’nin Akdeniz’e dönüşü, dönerken de artık kendi gündemine koşulsuz Türkiye’nin desteğini alamayacağını bilmesiydi. Rubio ve Menedez’in GKRY’nin silahlanmasına kapı açan tasarısından tutun ABD’nin ABD-GKRY Ortak Enerji Merkezi fikrine 2019 sonrası Washington’un attığı adımlar bölgede ABD’nin İsrail-Yunanistan ekseni üzerinde bir yakınlaşma oluşturmak ve Rusya’yı bu hattan dışlayacak şekilde varlık göstermek olduğunu gösteriyor. Kısaca 2019’a gelindiğinde GKRY için rüya atmosfer oluşmuş durumdaydı. Sorun, bu atmosfere rağmen GKRY’nin ve GKRY’yi merkeze alan işbirliği eksenlerinin kendileri için anlamlı bir sonuç üretememeleridir. Bu başarısızlığın en önemli nedeni de Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının bölgede istikrarın ve dengenin anahtarı haline gelmesidir.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz stratejisi 2004 senesinden itibaren diplomatik ve askeri olarak ve enerji alanında gerekli tedbirleri almak üzerine oturuyordu. Bu bağlamda, Ankara 2004 senesinde Akdeniz’deki kıta sahanlığının batı sınırlarını BM’ye bildirmişti. Daha sonra iki önemli stratejik hamle gerçekleştirdi. İlk hamle 2011’de KKTC ile yapılan ruhsatlandırma anlaşmasıdır. Bu anlaşma ile Türkiye Kıbrıs etrafında donanma unsurları ve sondaj gemileriyle varlık gösterme imkânı buldu. TC’nin gerçekleştirdiği sadece sondaj ve araştırma gemileriyle KKTC’nin ve Kıbrıs Türk Toplumu’nun Ada’nın hidrokarbon kaynaklarından doğan haklarını kullanmasını sağlamak değildir. Bu hakların çiğnenmesini de caydırmaktır. Nitekim hatırlanacaktır, İtalyan firması Eni, T.C. Donanması’nın ikazları karşısında GKRY’nin ruhsat verdiği üçüncü blokta sondaj yapamadan geri dönmüştü. Aslında ENI’nin güç ve varlık gösterilmesi aracılığıyla caydırılmasının üç önemli sonucu oldu. İlk sonuç, Türkiye’nin KKTC’nin hak ve menfaatlerinin arkasında durduğunun Güney, Kuzey Lefkoşa ile Brüksel’e gösterilmesiydi. TC, Kıbrıs Türk Toplumu›nun sürekli tehdit edildiği ekonomik olarak boğulma seçeneğinin gerçekleşmesine asla izin vermeyecekti. İkinci sonuç, Ankara’nın Sevilla Haritası’nı referans alan her türlü girişimi durduracağının dosta-düşmana gösterilmesiydi. Üçüncü sonuç, enerji firmalarına tartışmalı parsellerde yapacakları sondajın maliyetini gösteriyordu. Nitekim ENI, mesajı almakta gecikmedi ve Batılı müttefiklerine Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi karşısına alan East-Med gibi projelerin maliyetinin çok yüksek olacağını, bu maliyetin İtalya tarafından ödenmeyeceğini söyledi. Bu aslında GKRY’nin AB ile kurmak istediği işbirliği aracılığıyla Türkiye ve KKTC’yi sıkıştırma planında önemli bir çatlak açıldığını da gösteriyordu. Zaten İtalya, Fransa’nın ABD’nin Akdeniz’de ayağını güçlendirmeye dayanan bölge stratejilerinden hoşlanmıyor, 2011’i takiben Libya’daki kaos nedeniyle Paris’i suçluyordu.
Türkiye’nin Doğu-Akdeniz politikası East-Med’in gerçekleşmesini giderek imkânsız hale getirirken Roma, bu durumdan hiç mutsuz olmadıklarını Avrupa kamuoyu ile paylaşmaktan geri durmadı. İtalya’nın verdiği mesaj Brüksel’de işitilmiş görünüyor ki Berlin, Türkiye’den ziyade Fransa’nın Akdeniz politikasını eleştiren bir tutum aldı. Hatta bu durum, Avrupa politikasını izleyen çevrelerde Almanya-Türkiye geriliminin Fransa-Türkiye gerilimi üzerinden azalması, kontrol altına alınması olarak yorumlandı. Hatırlanacaktır, Libya’da ateşkes sağlanması için toplanan Berlin Konferansı öncesi, Yunanistan’ın Almanya Başbakanı Merkel’e başvurarak Türkiye’nin Libya’da Saraç hükümetiyle gerçekleştirmiş olduğu deniz yetki alanlarının sınırlandırılması mutabakatının AB tarafından tanınmamasını istemişti. Bu teklifinin reddedilmiş olması, Ankara’nın Libya mutabakatının sadece de-facto meşruiyet kazandığını göstermez, Akdeniz’de yaşananlar üzerinden Avrupalıların canı gönülden ABD’nin dayattığı İsrail-GKRY-Yunanistan ekseninin desteklenmeyeceğini de gösterir. Bu durum sadece Paris, Atina ve Güney Lefkoşa için sorun yaratmıyor, Washington için de sorun yaratıyor.
Washington henüz Akdeniz stratejisi üzerinden empoze ettiği ve Türkiye-Rusya-İran’ın alanının daraltılmasını amaçlayan eksen stratejisini sağlamlaştıramadı. Hatta, kurguladığı ekseni genişletemeden potansiyel destekçilerini birer ikişer Türkiye’nin Libya politikasının cazibesine kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Washington’un stratejisindeki bu kırılganlığın sebebi oldukça basit, bugün bölgede gördüğümüz ittifaklar eskisi gibi katı ideolojik yapılara sahip değil aksine bu birliktelikler konu bazlı esnek yapılara dayanıyor. Bu nedenle, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun farklı yerlerinde ülkeler kimi zaman kendisine karşı oluşan kuşakları dengeleyecek yeni ortaklar buluyor, ya da sahadaki dengenin değişmesi sonucu rakip kuşaktakileri de kapsayan gene konu bazlı yeni işbirlikleri geliştirebiliyorlar.
Türkiye’nin son dönemde Doğu Akdeniz’de kendisine yönelik AB ve ABD patentli çevreleme kuşağının etkisini sınırlama stratejisi, bu tür esnek ortaklıklara dayalı günümüz jeopolitiğini iyi anladığını gösteriyor. Ankara, Libya ile yaptığı deniz yetki anlaşması örneğinde olduğu gibi kimi zaman rakiplerine kendisiyle birlikte hareket etmenin getireceği kazancın şimdiki kayıplarından çok daha fazla olacağını gösteriyor. Böylece Ankara hâlihazırda kurduğu ortaklıklarda kayış olması durumunda yeni ortaklarla dengeleme stratejisini sürdürmeyi hedefliyor ki bu da Ankara’nın sürekli yeni ikili ve çok taraflı diyalog mekanizmaları kurabildiğini gösteriyor. Kısaca Ankara sadece güçlü olduğu sahayı masaya yansıtmıyor, yeni masalar kurarak sahada Ankara’nın caydırıcılığına dayalı statükonun devamını, Ankara’nın caydırıcılığını zorlayan statükonun değişmesini sağlıyor.
Ankara’nın temel amacı Akdeniz’deki farklı kıyıdaş ülkelerle girdiği ilişkilerde tek eksene bağlı kalmadan mümkün olduğunca çeşitlendirmeyi sağlamak, bu havzada kazan-kazan mantığına dayalı yeni işbirliklerinin önünü açmak. Cezayir ile yakalanan yeni diyalog ortamı, İtalya’nın East-Med projesinden vazgeçmesi, Türkiye’nin Tunus’u Berlin Konferansı öncesi Almanya’ya davet ettirmiş olması, Libya ile ilgili 8 Ocak tarihli Moskova toplantısında Türk-Rus ateşkes çağrısına Mısır’ın onay vermiş olması, Libya konusundaki Berlin Zirvesi’nde Ankara ve Moskova’da yeni oyun kurucular olarak masada yer alması, Somali’den Türkiye’ye bizim kıyılarımıza da gelin petrol arayın çağrısı, tüm bu gelişmeler ABD Körfezden-Avrupa’ya tek eksene sıkışmışken Ankara’nın işbirliği eksenlerini, işbirliğini kompartımanlaştırma şansını artırdığını gösteriyor. Bu da doğal olarak ABD ve bazı AB ülkesini Akdeniz’de var olan mevcut oyun üzerinde yeniden düşünmeye sevk etmekte.
Bugün Akdeniz havzası yeni Soğuk Savaş’ın oldukça hararetli bir biçimde yaşandığı bir alan, sahadaki askeri hareketlilik mevcut işbirliği kuşaklarının her an değişmeye açık hale getiriyor. Türkiye de var olan bu kaygan ortamda ortaya çıkan risk ve fırsatları değerlendirerek yeri ve zamanı geldiğinde değişik zeminlerde sürpriz hamlelerini birer birer devreye sokuyor, sokacak. Bu sürpriz hamlelerden Libya Mutabakatı East-Med’in önünü tıkamıştı, diğer sürpriz hamleler Türkiye’nin varlığını Doğu Akdeniz’in doğusu ve batısında güçlendirdiğinde, Akdeniz gazının Ankara üzerinden geçecek bir doğal gaz boru hattıyla nakil olması projesine katılacakların sayısında da bir artış görülebilir. Kısaca bugün Ankara Akdeniz’de belli başlı sorunların çözümünde anahtar ülke konumuna gelmiştir, gelecekte bu anahtarın belli kapıları açarak bölgede kazan-kazan üzerinden refah ve istikrarın arttığını göreceğiz.