Psikoloji, sosyoloji, siyaset gibi sosyal bilim alanları dünya görüşlerimizin belirlenmesinde önemli bir veri kaynağıdır. Bu alanlardan elde edilen bulgular bazen bize nasıl davranmamız gerektiğini anlatır, bazen popüler kültüre sirayet ederek bilinçdışı katmanlarımıza ulaşır, bazen de akademi kökenli yöneticilerin kararlarıyla hayatımıza etki eder. Fakat bu bilimlerden elde edilen bilginin geçerliliğini kökten tehdit eden bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Trump’ın sosyal medyadan kazınması veya LGBT propagandasına karşı yöneltilen eleştirilerin sesinin kısılmasıyla pek çoğumuzun dikkatini çeken tanıdık bir tehlikenin, yani diktatörlüğe dönüşmekte olan bir liberal hegemonyadan söz ediyorum.
Dünya üniversitelerinde özellikle sosyal bilim alanlarında liberal-sol görüş genellikle daha baskın olmuştur. İçinde bulunduğumuz durum ise bilimlerin geçerliliğini dahi tehdit edebilecek bir noktaya ulaştı, zira araştırmacının ideolojisinden etkilenmeye müsait olan bu alanlarda liberal düşünceyi yansıtan fikirleri sorgulayabilecek çeşitliliği kaybediyoruz. Bu tespiti detaylandırmak için akademinin kalbi olan ABD üniversitelerindeki politik dağılımın seyrine göz atmak yeterli olacaktır.
20. yüzyıl boyunca ABD üniversitelerinde 1 muhafazakar akademisyene karşı 2 veya 3 liberal akademisyen görev yapıyordu. Bu makul denge, savaş neslinin 1990’larda emekli olması ile sona erdi. 1990’larda 2’ye karşı 1 olan Demokrat profesör üstünlüğü, 2011 yılına gelindiğinde 5’e 1 mesabesine ulaştı. Nispeten dengeli bir görünüm çizen iktisat alanı hariç, sosyal bilimler alanında makas inanılmaz derecede açıldı. Örneğin 2005 yılında California’daki 11 üniversitede 42 departmanın 39’unda sayıca üstün olan Demokratlar, sosyolojide Cumhuriyetçileri 44’e katlıyordu. 2016’da 40 prestijli üniversitede Demokratlar Cumhuriyetçilerin ekonomide 4.5, tarihte 33.5, gazetecilikte 20, hukukta 8.6 ve psikolojide 17.4 katı olarak ölçüldü. Önde gelen 51 sosyal bilim üniversitesinin 20’sinde tek bir Cumhuriyetçi profesör bile yoktu. Söylem belirleme gücü yüksek olan prestijli okullarda tüm bölümlerdeki ortalama oran 21.5 kattı. Mesela Ivy League üniversitelerinde seçim bağışı yapan profesörlerin yüzde 96’sı Obama’yı desteklemişti. Psikolog Richard Nisbett’a göre bu hocalar arasında her gün diş fırçalamanın gerekliliğine inanan yüzde 96’lık bir grubu toparlamak bile mümkün değildir.
Akademik psikologların sadece yüzde 6’sının sosyal muhafazakar olduğunu gösteren 2012 tarihli bir çalışma, bu azınlığın kendi siyasi görüşlerini ifade etmekten çekindiklerini, bunda da haklı olduklarını gösterdi. Çünkü kendilerini liberal olarak tanımlayan hocalar, muhafazakar perspektifli makaleleri yayınlatmayacaklarını (1/6), araştırma fonu başvurularını reddedeceklerini (1/4), muhafazakarları sempozyumlara çağırmayacaklarını (1/6) ve işe alımda tercih etmeyeceklerini (1/3) itiraf ediyordu. Liberal görüşteki keskinlik arttıkça itirafların oranı yükseliyordu. Ayrımcılığı itiraf edemeyenlerin tabloyu parlak gösterdiğini düşünebiliriz. Bu baskınlık öğrencilerin ideolojilerini de etkiliyor. 148 üniversitede yapılan bir araştırmada kendini liberal veya aşırı solda gören öğrencilerin oranı ilk sınıftan son sınıfa gelindiğinde yüzde 32 artıyordu.
Politik çeşitliliğin yitirilmesinin üniversite, bilimler ve toplumun geneli üzerinde olumsuz etkileri var. Öncelikle karşıt gruplarla karşılaşmadan mezun olan öğrencilerin hayata dair algıları bozuluyor. Gerçek dünyada fazlaca bocalıyorlar. Ayrıca kampüste kutuplaşma ortaya çıkıyor, hakim politik görüşe aykırı söylemler cadı avıyla yüzleşiyor. Nitekim liberal söylemin şekillendirdiği politik doğruculuğun sınırlarını ihlal eden konularda konuşulmasına dahi tahammül edilemeyen bir ortam üniversitelere hakim oldu. Cancel culture örneğinde de görüldüğü gibi, baskın grup zorbalıkla entelektüel hayat alanımıza tahakküm kuruyor. Bu bağlamda liberal solun üniversitelerde diktatörlüğünü ilan ettiğini söylemekte bir beis yok. Boğaziçi’ndeki fişleme skandalı bu trendden bağımsız okunmamalı.
Aidiyetler insanların tutumlarını etkilediği için söz konusu oranlar nispeten kaygan zemine sahip sosyal bilimlerin geçerli bulgular üretebilmesini de tehdit ediyor. Gerçeklik liberal sol görüşler lehine tahrip oluyor. Örneğin sosyal bilimciler hormonel farkların kız ve erkek çocukların oyuncak seçimine etkisi veya asgari ücreti arttırmanın işçi talebini azaltması gibi konularda gerçeği değil, inandıklarını öne çıkarabiliyor. İnsanlar kendi görüşlerini destekleyen fikirleri sahiplenip karşıt görüşleri reddetmeye eğilimli olduğu için, bir ideolojinin üniversitede kanserleşmesi bu anlayışa uymayan bulguların ortaya çıkışını baskılıyor. 2015 tarihli bir çalışmada, politik çeşitlilik olmadığında araştırmacıların kendi düşüncelerini doğrulayacak sorular ve metodlar etrafında hapsoldukları tespit edildi. Liberal-sol doktrine uygun bulguların yüzeye çıkabileceği, sadece liberal akademisyenlerin şekillendirdiği bilimsel kabullerin yayılabileceği bir distopyaya uzak değiliz.
Peki tüm bunlar bilim ve akademi çevresi dışında kalan herhangi bir vatandaş için ne ifade ediyor? Öncelikle Amerikan kültürü sahip olduğu imkanlarla tüm kültürlere belli ölçüde sirayet ettiği için liberal solun bizde de güçlenmesini izliyoruz. Film ve yayıncılık endüstrisi ile önde gelen teknoloji şirketlerinde çalışanların yüzde 90’ından fazlasının Demokrat olduğunu gösteren araştırmalar, üniversitedeki tabloyla birlikte okunduğunda ihmal edilemez bir vahamet gösteriyor. Liberal mantıkla eğitim veren okullardan mezun olan yetki sahipleri inançlarını akademi sahasının dışına taşıyacak, popüler kültürü de şekillendirecektir. Siyasi görüşün; kürtaj, madde kullanımı, silah bulundurma gibi konularda doktorların tedavi seçimini dahi etkileyebildiği bir dünyada, akademisyenlerin yapacaklarını itiraf ettikleri ayrımcılığa biz de maruz kalabileceğiz. Liberalizmin tabularını sorgularken LGBT, radikal feminizm, dinin insan hayatı üzerinde sahip olması gereken yer, insan fıtratı, sosyal adalet gibi konularda hayat görüşümüzü anlatıp pratikte işlerken görmek zorlaşacaktır.