AK Parti’nin geçtiğimiz haftalarda açıklanan seçim beyannamesinde en fazla dikkat çeken başlıklardan biri “Türkiye Ekseni”. Söz konusu kavramla Türkiye’nin, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken, dış politikasının ana hatlarını oluşturacak paradigma anlatılmak isteniyor. Söz konusu perspektif aslında yirmi yıldır uluslararası düzlemde yaşanan tecrübelerin sonucu olarak beliriyor. Önümüzdeki süreçte Türk dış politikasının temel çerçevesi, öncelikle kurumsal kapasitenin güçlendirilmesine dayanıyor. Gerçekten de küresel ölçekte sağlam bir pozisyon alabilmek için güçlü bir ekonomiye ve demokrasiye sahip olmak gerekiyor. Bunun yanında, diplomasi alanının hem nitelik hem de nicelik açısından tahkim edilmesi, bu bağlamda, daha fazla ülkede dış temsilcilikler açılması, mevcutların kapasitelerinin artırılması ve daha aktif bir tavır sergilenmesi önem taşıyor. Bu süreci tamamlayacak bir diğer unsur ise caydırıcı ve somut tehditlerle mücadele edecek bir askerî güce sahip olmak.
Hiç şüphesiz, Türkiye bölgesindeki en önemli siyasî aktörlerden biri. Gerek tarihî birikimi gerekse stratejik konumu itibarıyla Türkiye bölgesindeki dengeleri doğrudan etkileme gücüne sahip. Yirmi yıl öncesine kadar bu potansiyelin ne ölçüde kullanılabildiği ise soru işaretleri üreten bir durum. Uzun yıllar boyunca devam eden koalisyon hükümetlerinin neden olduğu istikrarsızlıklar, ekonomik ve siyasî krizler içe kapanmacı bir yaklaşımın doğması sonucunu ortaya çıkardı. Türkiye, kendi iç çelişkilerine takılı kalıp diplomasi alanındaki potansiyelini kullanmadı. AK Parti iktidarıyla birlikte ise Türk dış politikası açısından yeni bir dönem başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin tüm tarihsel iddialarına sahip çıktığı gibi bunlara yenilerini ekledi. Bu durum, ülkenin bölgesel aktör olarak eski pozisyonunu yeniden kazanmasını sağladı. Öncelikle Orta Doğu coğrafyasından başlamak üzere bölgedeki tüm aktörlerle ilişkiler geçmişe göre çok daha güçlü şekilde kuruldu. İzlenen dış politikanın başarılı olmasında sergilenen ilkeli tavrın önemli bir etkisinin olduğu görüldü. Bu bakımdan, Türkiye, konjonktürel çıkarların belirleyiciliğinde hareket etmedi. Belirlenen ilkeler her durumda ve şartta savunuldu. Bu yaklaşımın uluslararası düzlemde Türkiye’nin güvenirliğini ve saygınlığını artırdığı açıktır. Böylece Türkiye, öncelikle bölgesel aktör olma durumunu pekiştirdi. Bir sonraki aşamada ise diplomatik etki alanının küresel düzleme taşıma yönünde adımlar atıldığı görüldü.
Günümüzde Türkiye, son yirmi yılda katettiği mesafe sayesinde küresel aktör olma yolunda hızla ilerliyor. Bu yolan giden taşlar yirmi yıldır yavaş yavaş döşeniyor. Yalnız bölgesel değil, küresel sorunlar karşısında Türkiye, artık geçmişe göre çok daha fazla inisiyatif alıyor. Bu süreçte, daha adil bir dünya arayışından yola çıkıldığı söylenebilir. Mesela Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatının adaletsiz yapısı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerinde en fazla durduğu konulardan biri oldu. İki yüz civarında üyesi bulunan BM’nin Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin tahakkümünde hareket etmesi en yoğun eleştirilerdendi. Erdoğan tarafından dile getirilen “Dünya Beşten Büyüktür” mottosunun pek çok ülke açısından cazip olduğu, daha doğrusu adil bir temsil imkânı bulamayan devletler açısından ortak bir vizyonu yansıttığı söylenebilir. Bunun yanında, Türkiye, uluslararası sorunlarda müzakereyi esas alan bir anlayışla hareket etti. Başta komşuları olmak üzere tüm ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasî birliğinin korunması yaklaşımından taviz vermedi. Son yıllarda küresel sorunlar karşısında sergilenen aktif tavır, yirmi yıldır süren bu çabaların olumlu sonuçları şeklinde beliriyor. Kısa bir hatırlatma yapacak olursak Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna arasındaki savaştaki yapıcı tavrı, Karabağ’ın Ermeni işgalinden kurtulmasındaki katkıları, Afrika’daki faaliyetleri, Suriye iç savaşından kaçan sığınmacılara yönelik insanî yaklaşımı söz konusu dış politika anlayışının temel unsurları olarak görülebilir. Batı ülkelerinin “böl-yönet” taktiğine karşı, Türkiye’nin ülkelerin bütünlüğüne yönelik saygısı, sorun yaşayan devletler nezdindeki güvenirliğini artırdı. Türkiye, bu süreci yalnızca “yumuşak güç” unsurlarıyla da sınırlı tutmadı üstelik. Savunma teknolojisindeki gelişmeler sıkı sıkıya takip edilerek ülkenin bu yöndeki kapasitesi güçlendirildi. İnsansız hava araçlarından yerli tank, silah ve gemi üretimine kadar pek çok alanda gerçekleştirilen üretimlerle dışa bağımlılık büyük oranda ortadan kaldırıldı. Kısacası Türkiye Yüzyılı için ülkenin uluslararası alandaki geleceği adeta ilmek ilmek işlendi.
Muhalefetin ise ne tür bir dış politika vizyonu olduğu belirsiz. Hâlihazırda önerilen politikaların mevcut dış politika anlayışından bir kopuş anlamına geleceği anlaşılıyor. Bu yaklaşım, gündemdeki bazı tartışma başlıklarına CHP temsilcilerinin yaklaşımından gayet iyi görülüyor. Öncelikle Türkiye’deki sığınmacı sorununa bakalım: Suriye İç Savaşı başladıktan sonra Türkiye, bu ülkeden kitlesel bir göçle karşı karşıya kaldı. Esed rejiminin katliamından kaçan çok sayıda insan ilk adres olarak Türkiye’ye sığındı. Türkiye, bu süreçte insanî bir yaklaşım sergiledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, iç kamuoyundan yükselebilecek tepkileri göze alarak, hatta toplumu da ikna ederek göç sorununa insanların mağduriyetine izin vermeyecek bir çözüm bulmaya çalıştı. Bu durum, Orta Doğu coğrafyası başta olmak üzere mazlum milletler nezdinde Türkiye’nin itibarını yükseltti. Üstelik sığınmacılar konusunda izlenen bu tavır, Batı dünyası karşısında da Türkiye’nin etki alanını genişletti. Muhalefetin ise sığınmacıları derhal ülkelerine geri göndermek yönünde bir yaklaşıma sahip olduğu görülüyor. Bu yaklaşımın insanî bir yönünün bulunmadığı açık. Suriye’de istikrar henüz sağlanamamışken, gerçekçi bir planlama yapılmadan bu insanları geri göndermek bir belirsizliğin içine itmek anlamına geliyor. Kaldı ki bu tür bir politika, aynı zamanda Türkiye’nin bugüne kadar elde ettiği kazanımlardan vazgeçmesi sonucunu doğuracak. Türkiye, göç politikasında hem ekonomik hem de siyasî açılardan ciddi bedel ödedi. Buna karşılık, attığı doğru adımlar nedeniyle uluslararası alanda ciddi hamle şansları buldu. Göç alanında muhalefetin önerdiği türden bir politika değişikliğine gitmek Türkiye’nin bölgedeki etkisi kadar küresel aktör olma iddiasına da zarar verecek.
Öte yandan muhalefetin Batı merkezli uluslararası arenanın daha adil şekilde örgütlenmesi yönünde bir söyleminin de olmadığı görülüyor. Türkiye, son dönemde attığı adımlarla gerektiğinde Batı’yı karşısına almaktan kaçınmadı. Bu yaklaşımın son örneklerinden biri Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra yaşanan gelişmeler vesilesiyle görüldü. Türkiye, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne sahip çıkma vurgusundan vazgeçmeyerek her iki ülke arasında bir denge politikası izledi. Ayrıca tahıl koridoru gibi mekanizmalar aracılığıyla yaşanan krizin diğer ülkeleri olumsuz etkilememesini sağladı. Bu süreçte, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği meselesinde ilkeli duruşundan vazgeçmeyerek millî menfaatlerini korudu. Adı geçen ülkelerin terör örgütlerine verdiği destek müzakere masasına getirildi ve bu tavırdan vazgeçilmediği sürece Türkiye’nin veto hakkını kullanmaktan vazgeçmeyeceğinin altı çizildi. Finlandiya’nın attığı olumlu adımlar karşılıksız bırakılmadı ve bu ülkenin NATO’ya üyeliği onaylandı. Teröre destek vermekten vazgeçmeyen ve tavrını değiştirmeyen İsveç içinse aynı tavır sergilenmedi. Böylece Türkiye, blöf yapmadığını ve ilkelerinde kararlı olduğunu ortaya koydu. Aynı konuda CHP sözcülerinin ise tam olarak Batı eksenli bir yaklaşımla hareket etmeleri dikkat çekti. CHP temsilcileri, seçimleri Kılıçdaroğlu’nun kazanması durumunda İsveç’in NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldıracaklarını ve bu yolu açacaklarını ısrarla belirttiler. Böyle bir anlayışın Türkiye’deki seçmenler açısından herhangi bir karşılığının bulunmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. O halde asıl amacın Batı’ya bir mesaj vermek olduğunu söylemek mümkün. Nitekim yine CHP içinden Türkiye’nin Karabağ’ın işgal altından kurtulmasında Azerbaycan’a verdiği desteğin yanlış olduğu da ifade edildi. Tekrar altını çizmek gerekirse Türkiye’deki seçmenler açısından bir karşılığı olmayan, hatta tepki çekebilecek bu tezlerin ileri sürülmesi, muhtemel bir CHP iktidarında Batı’yla ilişkilerin sorunsuz yürütüleceği mesajının verilmesiyle yakından ilişkili.
Muhalefetin savunma sektöründe sağlanan başarılar konusundaki yaklaşımının da belirsiz olduğu dikkat çekiyor. Küresel bir aktör olabilmek için başarılı diplomatik hamlelerin yapılması kadar askerî alanda da güce sahip olmak gerekiyor. Türkiye, uzunca yıllar boyunca silah ve güvenlik teknolojilerinde dışa bağımlı kaldı. Son dönemde ise yerli ve millî üretime ağırlık verildi, sektörün farklı kollarında ülkenin kendi imkânlarıyla potansiyeli hayata geçirildi. Batı ülkelerinin askerî amaçlı üretimi kendi politikalarını dünyanın geri kalanına dayatmak için bir araç olarak kullanmalarının çok sayıda örneğiyle karşılaşıldı. ABD başta olmak üzere Batı dünyası, silah satışını diğer ülkelere kendi politikalarını dayatmak için araç olarak kullandı. Böylece ülkeler arasındaki çatışmalarda dengeler, Batı’nın kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Türkiye, savunma sanayiinde yaptığı atılımlar aracılığıyla Batı’ya yönelik bağımlılıktan kurtuldu. Bunun yanında, üretilen yeni teknoloji ürünü silah ve teçhizat, ihtiyaç duyulan diğer ülkelere de satıldı. Bu durumun devletler arasındaki dengeleri değiştiren ve Batı’nın hegemonyasının kırılmasını sağlayan bir yüzünün olduğu açıktır. Türkiye, yalnızca yumuşak güç değil, ekonomik ve teknolojik güç olarak da etkisini artırdığı görüldü. Buna karşılık, muhalefetin savunma sanayiini de eleştirmesi dikkat çekiyor. Bu bakımdan, muhalefet temsilcilerinin, sürekli insansız hava aracı teknolojisi, yerli tank ve gemi üretimini hedef tahtasına oturtması oldukça ilgi çekici. Muhalefet, kendi iktidarları döneminde bu yatırımların sürdürüleceği ve ilerletileceği konusunda hiç de ümitvar bir tablo sunmuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerektiğinde dış politika alanında Batı ile sürtüşmeye girmekten kaçınmadı. Ancak bunu katı bir Batı karşıtlığı çerçevesinde yapmadı. Türkiye’nin Batı’yla yol yürümeye devam edeceği, ancak kendi ilkelerinden de vazgeçmeyeceği ısrarla vurgulandı. Uluslararası alanda ülkenin itibarını yükselten en önemli unsurlardan birinin bu tavır olduğu açıktır. Muhalefet ise bütüncül ve iddialı bir dış politika vizyonuna sahip olmanın uzağında. Batı’yla iş birliği çerçevesini AK Parti öncesindeki şartlarına taşımanın dışında bir yaklaşım görünmüyor. Böyle bir tavrın Türkiye’nin Orta Doğu, Afrika ve Türk dünyası başta olmak üzere iddialarından vazgeçmesi anlamına geleceği açık. Burada muhalefet tarafından Batı dünyasına bir diyet mi ödeneceği sorusu gündeme geliyor. En baştan itibaren Erdoğan yönetimindeki Türkiye’ye sıcak bakmadığını her fırsatta gösteren Batı ülkeleri, muhalefetin önünü açmak için çok sayıda hamle yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, pek çok adımı Batı’ya karşı atmak zorunda kaldı. AK Parti’nin 14 Mayıs seçimleri için hazırladığı seçim beyannamesi bu adımların önümüzdeki dönemde daha da ileriye taşınması yönünde vaatler içeriyor. Bu bakımdan, 14 Mayıs’ın diğer pek çok alan gibi dış politikada da bir milat teşkil edeceği görülüyor. Muhalefetin tavrı ise Kılıçdaroğlu’nun muhtemel bir seçim başarısı durumunda yürünen yolun istikametinin değiştirileceğine, hatta geriye doğru adım atılacağına işaret ediyor. Kısacası muhalefet, Türkiye’yi dış politika ekseninden çıkarmaya çalışıyor. Ancak bunun hiç de kolay olmayacağı, toplumun bu tür geri çekilmeye izin vermeyeceği anlaşılıyor. Başka bir ifadeyle muhalefetin tüm çabalarına rağmen Türkiye’nin siyasî iddialarından vazgeçmesinin mümkün olmadığı görülüyor.