Doksanlar, sokakta oynayan son çocukların ve köyden kente hızlı göçün getirdiği arabesk dalganın çok ötesinde, Türkiye’nin en acımasız, en kanlı, en sırlarla dolu kayıp yılların adıdır. 1990 yılında başlayıp 2000’lere uzanan 10 seneye neler sığmadı ki... Faili meçhuller, 33’lü sayılarla yapılan katliamlar, beyaz Toros’lar, devlet, siyaset, mafya üçgeninin yol açtığı her türlü açığa çıkan veya çıkmayan ilişki ağları, PKK terörü, uyuşturucu ticareti, banka hortumlamaları ve 28 Şubat post modern darbesiyle taçlanan bir süreç. Öyle bir tezgâh sergilendi ki, yıl olmuş 2021, kamuoyu hâlâ doksanların eteklerinden dökülen taşlarla meşgul.
1991 yılından 2002 yılına kadar 11 yıl içinde tam 10 hükümet kuruldu, bir hükümetin ortalama ömrü yaklaşık 1 yıl sürüyordu. Koalisyonlar dönemi ülkeye huzur değil, güvensizlik ve soygunu getirdi. Türkiye’nin içerisine sokulduğu toplumsal ve siyasi kaos bir yana, ekonomik krizin bedelini bile ödeyebilmiş değiliz. ANASOL-D, ANASOL-M ve Ecevit azınlık hükümeti zamanında 22 banka hortumlandı ve battı. Batırılan ve hortumlanan bankaların halka toplam faturası 65 milyar dolar. Bu rakam Hazine tarafından ödendi. 65 milyar dolarla kaç Marmaray, hızlı tren, İHA, SİHA yapılabileceğini varın siz düşünün. Zamanın muktedirleri bunu yapmak yerine, uydurma bahanelerle irticai hareketler organize etti, “cambaza bak” denirken halkın cebi soyuldu, devletin kasası boşaltıldı.
Doksanlı yıllar aynı zamanda terörün en fazla can aldığı ve PKK’nın siyasallaştığı dönemdi. Doğu ve güneydoğuda ölüm kol geziyordu. Dönemin kavramlarının en meşhurlarından biri “olağanüstü hâl” kavramıydı. 15 Temmuz FETÖ’cü hain darbe döneminde yargılamaların hızlı yapılabilmesi için çıkartılan ve 2 yıl süren OHAL’e tahammül edemeyenler, 90’lardaki OHAL’i görse kimbilir ne der? Üstelik 15 Temmuz sürecinde uygulanan OHAL, 90’lı yıllardakine hiç benzemiyordu. 1987’de başlayıp Güneydoğu bölgesinde her 4 ayda bir olmak üzere toplam 46 kez uzatılan OHAL, 15 yıl devam etti ve 13 şehirde uygulandı. Bu süreçte toplam yakılan ve boşaltılan yerleşim yerleri resmi verilere göre 3 bin 428, toplam ölüm sayısı 35 bin 576 olarak kaydedildi. Bunun 5 bin 557’si sivil, 7 bin 918’i kolluk kuvveti, 22 bin 101’i ise terör örgütü üyesiydi.
OHAL’in geçerli olduğu illerde gözaltılar, işkence ve gündüz saatlerinde şehir merkezlerinde işlenen cinayetlerin sorumlularının bulunamaması, bölgeyi bir taraftan kaosa sürüklerken, diğer taraftan Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde mahkûm edilmesine bile neden oldu. OHAL valileri arttırılmış yetkileriyle görev yaparken, polis için de durum pek farklı değildi. Yollar asker tarafından geçişlere kapatılabiliyor, neredeyse kimse zorunlu olmadıkça seyahat etmiyordu. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin belirli yerleşim yerlerini boşaltmak, giriş-çıkışları yasaklamak, eğitim-öğretime ara vermek gibi birçok yetkisi vardı. Üstelik kanun hükmünde kararnameler aracılığıyla da bu kurumun statüsü ve pratikleri tamamen hukukun dışına taşındı. 2002’ye kadar uygulanmaya devam eden OHAL dönemi, güvenlik ve huzur değil, güvensiz ve tekinsiz bir ortam getirdi.
Doksanlar deyince ilk akla gelenlerin başında “faili meçhul cinayetler” olması tesadüf olmasa gerek. 1995 yılında TBMM Araştırma Komisyonu’nun tespitine göre sayısı 908 olsa da, gerçek rakamın bunun çok üzerinde olduğu biliniyor. Gözaltında kaybolanlar, inşaat temelleri kazılırken bulunan kemikler, işkencede öldürülenler, “ensesinde bir kurşunla öldürülmüş olarak tarlada bulundu” gibi ifadeler, bir çırpıda doksanları anlatmaya yetiyor. Doksanlardaki faili meçhul cinayetlerin çoğu doğu ve güneydoğu bölgelerinde işlense de İstanbul, Ankara gibi büyük şehirler de bundan nasibini aldı. Uğur Mumcu, Turan Dursun, Bahriye Üçok ve Çetin Emeç gibi Türkiye’yi sarsan cinayetlerin en önemlileri batıda işlenmişti.
Doksanların birçok komisyonundan biri olan TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporu, 1995 yılının Ekim ayında yayınlandı. Raporda yaygın kanaat, faili meçhul cinayetlerin PKK tarafından işlendiğine yönelik. Ancak vatandaş tarafında bu cinayetlere devletin göz yumduğuna yönelik algı da var. Bunu düşündüren ise güvenlik güçlerinin adi olaylarda işlenen cinayetlerin faillerini kısa sürede yakalaması veya tespit etmesine rağmen, siyasal içerikli cinayetlerde failleri yakalayamaması. Yine aynı raporda, ortak amaca hizmet eden bu cinayetleri PKK’nın yanı sıra Hizbullah örgütünün işlediği de zikrediliyor.
Dönemin önemli isimlerine yönelik faili meçhul cinayetlerin startı, Muammer Aksoy’un öldürülmesiyle verildi. Türk Hukuk Kurumu Başkanı, Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucusu, eski CHP milletvekili, hukuk profesörü ve yazar Prof. Dr. Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990’da bilinmeyen kişilerce katledildi. Dosyasına 3 adet mermi kovanından başka hiçbir kanıt giremedi. Ardından 7 Mart sabahı Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç öldürüldü. 4 Eylül tarihinde ise emekli müftü Turan Dursun evinin önünde silahlı saldırıya uğradı. “Çağdaş ilahiyatçı” olarak bilinen Prof. Dr. Bahriye Üçok’un ölümü ise 6 Ekim’de kızının elinden aldığı kitapla geldi. Kargoyla gönderilen kitabı alan Bahriye Üçok, tuzaklanan bombanın patlaması sonucu can verdi. Dördünün de cinayetini İslami Hareket Örgütleri üstlendi, ancak gerçek failler bulunamadı. Dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral, “İslami Hareket” diye bir örgütün bulunmadığını, Hizbullah’ın uzantılarının cinayeti işlemiş olabileceğini söyledi. 26 Eylül 1990 günü Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas, ağzında meşhur piposuyla kurşunlandı. Turgut Özal’ın MİT’i sivilleştirme projesinin başında olduğu ve bu sebepten dolayı bir suikasta kurban gittiği söylenen Abas ile Özal arasındaki bilgi alışverişi devam ediyordu. Öldürüldüğünde Özal’a gönderdiği terör raporunun üzerinden 34 gün geçmişti. Abas’ın suikastini Dev-Sol üstlendi.
Türkiye’yi domuz bağı cinayetleri ve mezar evlerle tanıştıran ve birçok faili meçhul cinayeti üstlenen Hizbullah, doksanların karanlık günlerinde silahlı eylemlerle anılmaya başladı. Güçlenen veya şahitlerin deyimiyle “güçlendirilen” Hizbullah’la aynı dönemde şehirlerde büyüyen PKK arasında kanlı bir savaş başladı. Şehir merkezlerinde “enseden tek kurşun” cinayetleri, satırlı saldırılar ve faili meçhuller bölgeyi karanlık bir şiddet sarmalının içine sokmuştu. Devletin, güçlenen PKK’yı yok etmek için Hizbullah’ı desteklediği iddiaları bu dönemde konuşulmaya başladı. 1990’lı yıllarda uyguladığı şiddet yöntemleri ve faili meçhul cinayetlerle Güneydoğu’da korku saçan Hizbullah, 2000’li yıllardaki operasyonlarla tasfiye edildi. Eski MİT Müsteşarı Teoman Koman’a Hizbullah sorulduğunda, “Hangi Hizbullah? Bir İran’daki Hizbullah vardır. Bir de PKK’nın baskınlarına karşı kendini koruyan, dini inançları kuvvetli vatandaşlar vardır” diye cevap vermişti.
Cinayetlerin failleri yakalanamıyor, faili meçhul cinayetler aydınlatılamıyordu. 90’lı yılların ortalarına kadar tahminlere göre 700 kişi faili meçhul cinayetlerle öldürüldü. Hizbullah ve PKK’nın yanı sıra faili meçhul cinayetlerde en çok adı geçen bir diğer örgüt, Dev-Sol’du. Dursun Karataş öncülüğünde siyasi arenaya çıkan örgüt, 12 Eylül ihtilalinde ağır darbe yemiş, 1989 yılında Sağmalcılar Cezaevi’nde yeniden yapılanmaya gitmişti. Bu kararla birlikte başta Dursun Karataş ve Bedri Yağan olmak üzere örgütün üst düzey yöneticilerinin hemen hemen tümü cezaevinden firar etti. Bu firarlardan sonra Dev-Sol imzalı ölümler duyulmaya başlandı.
Eski Devlet Bakanı ve TBMM eski İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu başkanı Eyüp Aşık’a Sedat Peker’in açıklamalarından sonra “Susurluk sürecini de yaşadınız. O zamanla şu an yaşananlar arasında ne fark var?” sorusu sorulduğunda şu cevabı veriyor: “O zaman araştırılabiliyordu. Her şeyin üstüne hem medya, hem parlamento, hem yargı gidebiliyordu. Şimdi gidemeyeceği, gidilemeyeceği kanaati ile bu fısıltı gazetesi çok acımasız bir şekilde, çok yaygın bir şekilde devam ediyor.” Oysa Aşık’a 2009 yılında “Komisyonlarda çalışmalarınız engellenir miydi?” diye sorulmuş. Aşık’ın cevabı “Engelleyen, daha yukarıya uzanmanın önüne set çeken kuvveti çok net gördüm. Hep rastladım” olmuştu. Doksanlı yıllarda olayları araştırma komisyonlarının önüne set çekildiğini ifade eden Aşık’a göre, şimdi ne olmuştu da olayların üzerine gidilemeyeceği kanaati oluşmuştu. O yıllarda göstermelik yaptıkları her şeyi kutsamalarının sebebi neydi? Üzerine gidilmiyor dediği olay için anında soruşturma açılıyor, ifadeler alınıyor, ama doksanların öğütücü mekanizması sayesinde bugünlerde sonuçlara ulaşmak pek de kolay olmuyorsa, bunun sorumlusu kimdi?
Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) doksanlı yıllardan söz ederken, hızlıca geçemeyeceğimiz birkaç konudan biridir. Türk hukuk sistemine ilk kez 1961 Anayasası’na 1973 yılında eklenen bir maddeyle girmiş, 1982 Anayasası’nda yeniden getirilmiştir. Esasında darbe dönemlerinde darbecilerin elini kolunu rahatlatmak için kurulan mahkemeler, sıkıyönetimsiz bir sıkıyönetim rejimini beraberinde getirmesiyle meşhur. Kurulduğu günden itibaren DGM’lerde nelerin yargılandığına baktığımızdaysa, karşımıza “Cumhuriyet aleyhine işlenen suçlar, devletin iç ve dış güvenliği” şeklinde, nereye yuvarlasan gidecek tabirler çıkıyor. Kürtçe şarkı söyleyen de dini kitap okuyan da bu tabirin içine rahatlıkla girebiliyor. Adeta kendi hukukunu işletip keyfi uygulamalarla yargılamalar yapan DGM’ler, özellikle 1990’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde çokça tartışıldı. Avukatın dosyaya erişimini kısıtlayan, gözaltındaki müvekkilleriyle görüşmeleri konusunda keyfi davranan, tutuklamanın somut delillere dayanması ilkesini daraltan DGM’ler, 2004 yılında kaldırıldı.