Günlerdir asrın felaketi içinde, belki uzağında belki yakınında ama illaki etkisinde yaşamaktayız. Bu atmosferde her yaptığımız, her konuştuğumuz hatta her düşündüğümüz kayıtlara geçiyor. Sanmayın ki felaket sadece felaketzede içindir. Felaket tarihte olunca yoldan çıkmış insanların cezalandırılması şeklinde okunurken günümüzde olmasına neden kendimizi temize çıkararak bakıyoruz. Kimisi doğa cezalandırdı diyor. Doğayı varlığın üstüne koyarak bizzat sahibi gibi gösteriyor. Kimisi kader denmesine kızıyor, sanki insanın bunda hiçbir kabahati yokmuş gibi bir manaya zorlayarak. Elbette ki doğa ve elbette ki kader. Ama hangi kavramla felaketleri açıklamaya kalkarsak ya suçlayacak birilerini bulup yaftalıyoruz ya da bir çırpıda insanlığı suçsuz, masum göstermekten geri durmuyoruz.
Manzara karşısında maalesef kafamızı enkaza gömerek gerçekleri görmemeye çalışıyoruz. Neden bu belaların geldiğini düşünüyor muyuz? Ölçü ve tartının gözetilmemesi demek bir yerde hak ve hukuk gaspı değil midir. Betonlaştıkça, malzemeden çaldıkça hayatlar da koparılıyor. Afetler karşısında başkalarını suçlamakla asla varsa kendimizin suçunu azaltamayız. Çıkarılması gereken dersleri almıyor, yüklendiğimiz sorumluluktan kaçıyor gibi bir haldeyiz. Bu yüzden ders almak, düzeltirken de kendimizden başlamak zorundayız.
***
Miguel Unamuno bir sözünde “Bir salgını tedavi etmek yetmez, bir salgın için ağlamayı da öğrenmek gerekir.” demiş. Bir salgın değil ağlamamız gereken, bir afet, bugünlerde. En azından üzülmeyi bilmiyorsak, gülmemek, kahkaha atmamak gerektiğini biliyor olmalıyız. Acılı günlerde ‘hayat devam ediyor’ yaklaşımını oldum olası anlamış değilim. Sanki bir film izlemişiz de “son” yazdıktan sonra kalan çekirdeklerimizi çıtlatmaya, patlamış mısırları ağzımıza atmaya devam eden bir manzaradan var. Bireyleştikçe şimdi bu matem günlerinde hüzün sırıtıyor yüzlerimizde. Ortada onbinlerce ailenin ocağı yanarken, içinde eş, dost, akraba yoksa sırtımızı dönüp hiçbirşey olmamış gibi, bir veya birkaç kişilik küçücük hayatlarımıza dönmek, enkaza ve içinde kaybolan acılara sırtımızı dönmek neyin nesi. Nedir bu kadar büyük umursamazlık, gerçeklere gözümüzü kapatmak.
***
Her inanmış insanın yapması gereken tevekkül. Yani önce bütün tedbirleri al sonra Allah’a güven. Önce elimizden gelen her şeyi yapmamıza, sonra bir felaket durumunda nasıl kurtulabileceğimize kafa yormamız gerekiyor. Bu konuda ufak bir hazırlık yapmanın faydası olacağı inancındayım. Muhtemel bir depremde enkaz altındayken hayatta kalmak için belki bir damla suya, belki bir parça ekmeğe ihtiyacımız olacak. Bu yüzden deprem çantamızda veya kıyıya köşeye küçük bir su, biraz zeytin veya hurma, uzun ömürlü bir yiyecek koymak kim bilir zor anlarımızda bizi hayata bağlayacak.
***
Gastronomi kenti Hatay’daki yöresel ve tescilli lezzetlerin yapıldığı işyerleri deprem sebebiyle harabeye dönerken Künefeciler Meydanı da zarar gördü. Künefe ustası Osman Dalgaç bazı yakınlarını ve iki çalışanını kaybetmiş, dükkanı ise meydandan uzak bir bölgede olduğu için hasar görmemiş. Depremde evleri zarar gören çalışanlarına konteyner kurarak birlikte çalışmaya devam eden ve bir yerden başlamak lazım diyerek tekrar işinin başına dönen usta künefecilere de işinize dönün diye çağrıda bulunuyor.
Fırınlara yönelik mevzuata ilişkin düzenlemeler bugüne kadar pek bir işe yaramış gibi gözükmüyor. Neden mi? Bunu, ekmeğin poşete girmesini veya fırınların apartman dışına çıkarılmasını öngören düzenlemelerden anlıyoruz. Ülkemizde fırınların yüzde 80-90 kadarı apartman altında faaliyet gösterdiği tahmin ediliyor. Bu durumda fırınların muhtemel depremlerde risk oluşturduğu bir gerçek. Fırının sıcaklığı betonun niteliğini değiştiriyor. Buna literatürde gevrek beton tehlikesi deniyor. Depremlerden hiç mi ders alınmıyor diye sorarsanız elbette alınıyor ama ne yazık ki kağıt üstünde kalıyor. Nasıl mı? Mesela Van depreminden sonra 2014 yılında işyeri açma yönetmeliği değişmiş, ekmek fırınlarının müstakil binalarda açılması şartı getirilmişti. Ama bu şart da unlu mamul ruhsatıyla delinmeye devam ediyor. İşletmeler ve yetkililer lütfen bu riski gözardı etmeyin diyoruz. Çünkü iş bir yerde vicdanlara kalıyor maalesef.
Ancak başkaları için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer bir hayattır.
Bu toprakların yetiştirmiş olduğu değerli bir şahsiyetti Turgut Cansever. Onu 14 yıl önce 22 Şubat’ta kaybetmiştik. Kendisini rahmetle anıyoruz. Bilgisine, tecrübesine, estetik ve mimari anlayışına, mükemmeliyetçiliğine kimsenin diyeceği bir şey yok. Zamanın ruhunu okuyan bilge bir mimardı. Ağa Han Mimarlık Ödülü gibi önemli bir ödülü üç defa alan tek kişi olmasıyla da bilinir. Mimarlık anlayışı siyaset üstüydü. Çalışmaları hep bu doğrultuda oldu. Sağlığında uyarıları ve mücadeleleri ne kadar hedefine ulaştı diye sormak gerekirse kanaatimce buna iyi bir cevap verecek durumda değiliz. Sadece şu kadarını söyleyebilirim. Turgut Hoca Marmara depreminden sonra durumdan vazife çıkararak 65 uzman ile Deprem Çalışma Grubu kurup kapsamlı bir rapor hazırlamıştı. Bir çok proje gibi bu da rafta kaldı. Kendisini Çocuk Vakfı’nda gönüllü olarak bulunduğum yıllarda tanımıştım. Vakıf binasının inşası sırasında vakıf ile hoca arasında mekik dokurken onun ne kadar titiz ve mükemmeliyetçi bir kişiliğe sahip olduğunu yakından öğrenme fırsatım oldu. Onun titizliği bilindiği için ona göre davranıldığını hatırlıyorum. Hakkındaki şu tanımlama onun titizliğini anlatmaya yeter. Eğer mimar olarak sorumluluğunu aldığı bir bina yapılırken inşaat hangi aşamada olursa olsun, plana ve projeye uygun olmayan en önemsiz ve en küçük bir hatayı görse veya fark etse o binayı yıktırıp yeniden yaptıracak kadar prensip sahibiydi.