Eyüp Sabri Tuncer Yönetim Kurulu Başkanı olan Hasan Engin Tuncer 100 yılı geride bırakan şirketin üçüncü kuşak temsilcisi. Çocuk yaşta babasının şirketinde kolonya bidonlarını taşıyarak işe başlayan Tunce,r hem şirketin hikayesini hem de pandemi döneminde kolonya ve dezenfekte ürünleriyle ilgili nasıl bir yol haritası çizdiklerini anlattı. Aynı zamanda Prof.Dr.Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’nın kurucuları arasında yer alan Tuncer’le Fuat Sezgin ile dostluklarını konuştuk.
Markamızın hikayesi 1923 yılında İnegöl’den Ankara’ya göç eden dedem Eyüp Sabri Tuncer’in Saman pazarında ilk dükkanını açması ile başlıyor. Bir süre sonra bu dükkanı Anafartalar caddesindeki bu gün hâlâ açık olan yerine taşıyor. Bu mekân bizim için çok kıymetlidir. Yerdeki kaplamasından duvardaki dolabına kadar, tüm malzemeleri ve ruhunu koruyoruz. Babadan oğula, deden toruna müşterilerimizin bu dükkana ilgisi aynı canlılığı ile devam ediyor. Biz de alışkanlıkları devam ettiriyor boş getirilen şişelere aynı şekilde istenen kolonyayı dolduruyoruz. Alışverişler sonrası sunduğumuz para üstünü de dedemin geleneği olarak bankadan yeni alınan paralarla yapmaya devam ediyoruz.
Birinci Dünya savaşından çıkmışız. Büyük yıkım olmuş, Devletimiz ve milletimiz toparlanmaya yeniden var olmaya çalışıyor, dedem de ailesinin geleceğini kurmak ve milletimizin ihtiyaçlarını karşılamak için faydalı işler yapmak istiyor. İnegöl küçük bir yer, Ankara’ya taşınıyor. Başkent Ankara’da memurlar için ceket, gömlek, palto, şapka gibi, dönemin ihtiyacı olan kıyafetleri, İstanbul’dan getiriyor. Bu işler için Ankara’dan İstanbul’a gidiş gelişlerinde Avrupa ülkelerinden Tahtakale’ye gelen kolonyaların ambalaj ve kokularını yakından inceliyor. Kolonya üretmek ve satabilmek genç yaştaki dedemin en büyük hayallerinden biri. Tahtakale esnafı ile kolonya üzerine sohbet ediyor, bilgiler alıyor. Dedemin bu merakını gören esnaf üretim konusunda bazı şeyleri dedeme öğretiyor. O yıllardan sonra dükkan kolonyalarla dolmaya başlıyor.
Tabi o yıllar yokluk yılları, insanların yanlarında getirdiği boş şişelere kolonya doldurulurmuş bir de dedem ‘’Karkrem’’ adı ile bir krem yapmış. Evlerden getirilen boş kaplara spatula ile doldurulup verilirmiş. Kolonya’yı tanıtabilmek için bir kampanya yapıp gazetelere ilan vermiş. Bu ilanlarda kuponları getirenlere ücretsiz kolonya verilecek diye yazıyormuş. Böylece Ankara halkı bu kuponlarla dükkana gelip gitmeye başlamışlar ve kısa sürede kolonya daha çok ilgi görmeye başlamış.
Evet 1950’lerde büyük bir yangın geçiriyorlar. Babam ve amcamın vücutlarındaki yanık izleri hala dururdu. Yangın büyümesin diye içerideki alkol kaplarını dışarı çıkarmaya çalışırlarken, kollarına dökülen alkoller de tutuşuyor, babam ve amcamın vücudunu alevler sarıyor. Babam Anafartalar Caddesi’nde yanıyorum diye bağırarak koşarken kalabalık iki tarafa çekiliyor, kimse müdahale etmiyor. Derken yaşlı bir amca çelme takıp babamı düşürüyor ve paltosunu çıkarıp üzerine örterek alevi söndürüyor. Amcam da daha fazla yanık oluşuyor, uzun süre oksijen çadırında kalıyorlar. Yangından sonra babam Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde çalışmaya başlıyor.
Babam Ankara’daki ticaret lisesinin ilk mezunlarından, okumayı ve çalışmayı çok severdi, resim ve tasarıma ilgisi vardı, bulunabilen bütün sözlükleri alırdı, okuduğu gazetelerde önemli gördüğü yerleri düzgün bir şekilde kesip katlayarak muhafaza ederdi. Hizmetli kadrosuyla girdiği Ziraat Fakültesi’nde çok güzel desenler çizdiği hocalar tarafından fark edilince kitaplar için babama desen yaptırmaya başlıyorlar. Babam da Fransızca olan bu kitaplardaki tıbbi ve aromatik bitkilerin görsellerinden esans yapımıyla ilgili bilgiler ediniyor. Çizdiği desenler için hocaların para teklifini kabul etmiyor, diyor ki siz de bana Fransızca olan bu bölümlerin tercümesini yapın. Böylece okuldaki Fransızca kitaplardan esans yapımıyla ilgili formül bilgilerine ulaşıyor. Bu çalışmalarla kendisi de okuduğunu anlayacak kadar Fransızca öğreniyor. Fransızca bilen bir arkadaşı var onun da yardımıyla bilgilerini artırıyor. Daha sonra birlikte yurtdışına fuarlara ve üreticilere gidiyorlar.
Babam yurt dışı ile yaptığı yazışmalar ve araştırmalar sonucunda ilk yerli esansı üreterek, kolonyanın esansını elde ediyor. Böylece esansı ülkemizde üretilen ilk yerli kolonyayı piyasaya sunmuş oldu.
1960’lı yıllar. Tıbbi aromatik bitki esanslarını yurtdışından almak için mektuplar yazıyor, bazen de bu mektupları hocalara yazdırıyor, bu arada dedem babama, bu işleri bırak bir an önce sektöre dön diye kızıyor. Derken Avrupa’ya gönderdiği mektuplardan birine bir firmadan cevap geliyor. Bu firmanın gönderdiği numunelerden ilk kolonya esansını üretiyor. Sonra babasının yanına gidiyor ve diyor ki: “Baba şu kolonyaya bir bak”. Dedem limon kolonyasını alıyor kokluyor ve beğeniyor. O zaman dedeme asıl müjdeyi veriyor: “Bu kolonyayı mevcutlarının onda biri maliyete ürettim”. Hemen tekrar hesaplar yapılıyor ki evet maliyet onda bire düşmüş. Bunun üzerine kolonya fiyatlarını düşürüp üretimi artırıyorlar. Bir anda kolonya büyük ilgi görüyor. Dükkanın kapısında kuyruklar oluşuyor. İzdiham oluyor.
Daha ilkokuldaydım okuldan işe giderdim. İşçilerle kolonya imalatının yapıldığı yerde çalışmayı, vakit geçirmeyi çok severdim. Genç işçilerle şakalaşır, arkadaşlık yapardım. Herkes büyük bir özveriyle çalışıyordu, işlerini severek yapıyorlardı ve mutluydular. Kazanlar karıştırılır, kolonyalar paketlenirdi. On iki on üç yaşlarındayken 20-25 kiloluk bidonları taşır onları raflara yerleştirirdim. O yaşta o kadar ağır bidonları taşıdığım için benim kollarım birazcık uzundur (gülüyor). Bu tarihlerde kolonyaya Anadolu’dan çok büyük talepler oluştu. Bu talepleri karşılamaya sermayemiz yetmiyordu. Babam şirketi 1970’lerde anonim şirkete çevirme kararı vermiş. Bu anonim şirkete Anadolu’daki kolonya toptancılarını, kolonya şişesi satanları hisse vererek ortak etmişti. En küçük girdi ve çıktı bile kaydedilirdi. Muhasebe kayıtları en ince ayrıntısına kadar tutulurdu. Herkesin hakkı korunurdu. Muhasebe kayıtlarındaki titizliğimizi her zaman aynı şekilde devam ettiriyoruz.
Aslında bu uygulamanın alt yapısı daha önce vardı, ama pek çok şirket buna geçmek istemiyordu. Çünkü her şeyin kayıt altına alınmasını istemiyorlardı. Bizim şirketimiz öyle değildi. Vergi kaçırmanın hırsızlık olduğuna inanan babam, KDV uygulamasının yapılmasını kabul etti. Almanlar geldi, fatura kesip, kayıt tutup sistemi kurma işini ilk kez bizim şirketimizde uyguladılar. Babamın bize hep nasihatidir: Devlete verginizi kuruşuna kadar ödeyin. Bir iş için pazarlık yaparken karşınızdakinin fiyatını öldürmeyin. Onun da sizin de bu işten kârınız olsun. Birini zor duruma düşürerek kazanç sahibi olmayın. Babam her zaman çalışanın hakkını sonuna kadar korur, ödemesini vaktinde kuruşu kuruşuna yapardı. Sigorta primlerini tam gösterirdi. Ve hatta yazar kasa kullanma mecburiyeti yokken, kimse yazar kasaya geçmek istemezken, perakende satışlarının bile kayıt altına alınması için, ilk yazar kasa kullanan şirket bizdik ve her gün akşam olunca kasa yapardık.
Evet, Ankara Gaziosmanpaşa’da daire fiyatına bir bilgisayar alınmıştı. O zaman öyle çok pahalıydı.
Tabi hiç unutmam o zamanda fuarlar olurdu. BÜKOMA 83 diye bir fuara gitmiştim. Son model daktilolara, hesap makinalarına bakıyordum. Derken bilgisayarı gördüm. Gençlik de utanıyorum, bu ne diye böyle uzaktan bakıyorum. Sonra oradakilerle göz göze geldik, bu ne işe yarıyor diye sordum. Onlar da bu bilgisayardan faturanızı alabilirsiniz, depodaki malzemelerinizin stok durumunu görebilirsiniz diye anlattılar. Sonra dediler ki “Siz ne iş yapıyorsunuz? Gelin burada birlikte deneyelim”. Ben ürünleri söylüyorum, onlar da bilgisayara giriyor. Derken herkes yavaş yavaş etrafımıza toplanmaya başladı. Benim her akşam en az yarım saatte hesapladığım, deftere kaydettiğim fatura işlemleri bilgisayar da üç saniyede hesaplanıp yazıcıdan çıkıyordu. Depoda ne kaldığı görünüyordu, biz o yıllarda bu işleri kolay yapamıyorduk. Bunları görünce pazartesi iş yerine büyük bir heyecanla gidip bilgisayarı babama anlattım, götürdüğüm broşürleri de gösterdim. Babam da o zaman muhasebe kayıtlarını tutan amcamın oğlunu çağırdı “Bu ne diyor bir dinle dedi”. O da beni dinledi, broşürleri incelemek için gitti ve biraz sonra geri geldi. “Yok amca bu bize şimdi lazım değil en az on yıl sonra” dedi. Ben tabi o an çok üzüldüm. Birkaç yıl sonra da askere gittim. Bir gün askerde telefona çağrıldım babamla konuşuyoruz. Dedi ki “sana bir sürprizim var şirkete bilgisayar aldık”. Size sevincimi anlatamam... Ama tabi daha önümde bir yıl askerlik var, bilgisayarı görmek için bir yıl daha bekledim (gülüyor).
Evet, çeşitli yazılımlar kuruldu. Daha sonra birkaç bilgisayar daha aldık. Düşünün bankaya gidiyoruz daha orada bilgisayar falan yok, işlemleri kartlara yapıp bize veriyorlar. Bu anlamda hep ilkleri yaşadık. Ankara’nın vergi rekortmeniydik. Buna rağmen babam, Sabahattin Tuncer, çok mütevazı yaşardı, bir kışlık bir de yazlık ceketi vardı. Terzide diktirirdi. Öyle bir ailede büyüdüm.
Bu üzerimdeki ceket en az on yıllık. Ama hala severek giyiyorum. Sizden önce burada terzi arkadaş vardı. “Abi ben bu ceketi on yıl önce diktim hala giyiyor musun?” dedi. Ceketlerin modelleri zamanla değişiyor. Artık kısa ceketler moda biliyorsunuz. Geçen de bir arkadaşım diyor ki “Abi bu ceketin boyu sana uzun bana ver ben giyeyim”. Benimki eski model kalmış (gülüyoruz). Mesela gömleğimi de diktiririm. Dünyanın en iyi kumaşlarından biri ülkemizde üretiliyor. Söktaş kumaşı gerçekten çok kalitelidir. Ondan kumaş alır diktiririm. Eskiyene kadar da giyerim.
Arabamı 17 yıldır kullanıyorum. Babamdan bize kalan bir gelenekte mal kıymeti bilmek, bir şey alırken en iyisini alırız ama onu uzun yıllar özenle kullanırız. Babam ve dedemin ise hiç arabası olmadı. Dedemde benim arabama lüks diye binmezdi zaten. Yaşlılık zamanında bir yere gidecekse şirkette Kartal marka bir araba vardı onu gönderirdik. Daha önceleri yaya yürürdü ya da çok uzaksa taksiye binerdi.
Derdi ki bu ülke kendi yerli arabasını üretmeden ben araba alıp binmem. Bir gün hiç unutmam dedemle Ankara’da taksiyle bir yere gidiyoruz. Çoluk çocuk bütün torunlar hepimizi doldurmuş taksiye. Taksici de dedeme takıldı niye araba almıyorsun diye. Dedem dedi ki “Bu arabanın tekerleği İngiliz’e, kaportası Amerika’ya çalışıyor, ben niye başka ülkeye çalışan arabayı alayım”. Her sabah 7.30’da dükkanı açardı. Gün sonu akşam beşten altıya kadar ben faturaları kayda geçirirdim. Altıdan sonra hep birlikte yarım saat eve yürürdük, ayakkabılarımız çok çabuk eskirdi (gülüyoruz). Tabi o zaman ilk gençlik, kızardım niye araba almıyor bizi yürütüyor diye.
Babamın cebinde para durduğunu hiç hatırlamam. Cebinde para varsa onu mutlaka ihtiyaç sahiplerine harcardı. Büyük krizlerde şirkete gelir yüklüce para alır, dükkanları gezerdi, o zaman herkes babamı tanıyordu, esnafa moral verirdi. Derdi ki: “Evinize giderken hiçbir şeye ihtiyacınız yoksa bile bir sakız alarak gidin. Aileniz sizi eli boş görmesin, esnaf bugün de dükkana biri geldi diye sevinsin”. Kendisi Ankara’nın vergi rekortmeniydi. Ama parayla hiç işi olmayan son derece dürüst bir insandı. Cebimizdeki paranın bize ait olmadığını herkesin onda hakkı olduğunu babamızdan öğrendik. Haksızlıkla ticaret yapılmaz derdi. Bize de bunu öğretti. Devlete, işçiye hakkını tam vereceksin, ailenin parasını ayıracaksın. Cebindeki paranın ancak beşte biri senin, gerisini kafana göre harcayamazsın, harcarsan haksızlık yapmış olursun diye nasihat ederdi.
Kriz dönemlerinde doğru kararlar alabilmek tecrübe gerektirir. Ekonomik krizlerde ailemiz ne yapıyor, babam nasıl hareket ediyor, biliyorduk. Biz de bu gelenekten ve tecrübeden yola çıktık.
O dönemde tuttuk. Ama son aylarda doların da artmasıyla yüzde 10 gibi bir zam yapmak zorunda kaldık. Ama şunu söyleyeyim eskiden sektörde en pahalı bizim kolonyalardı, şimdi fiyatı en uygun ve en kaliteli yine bizim kolonyalarımız.
Evet, Cumhurbaşkanı aradı ben de kendilerine zam yapmayacağız dedim. Fiyatları sabit tutacağımızı ve herkese yetecek kadar kolonyayı, sektör olarak üretip, rafları dolduracağımızı söyledim. Ertesi gün de bununla ilgili bir ilanımızın gazetelerde çıkacağının bilgisini verdim. Çünkü böyle bir salgın döneminde kolonya, dezenfektan ürünü ve maske halkın acil ihtiyacı oldu. Halkın acil ihtiyacı üzerinde yüksek kâr amacı taşımak kabul edilemez bir şeydir. Bizim de o ilandan sonra internette bin liraya çıkan kolonya fiyatları yeniden düştü. İyi bir kolonyanın fiyatı 25 liradır. Yüzde 70’i alkol olan kolonya kullansınlar çok az bir miktar yeterlidir. Biz tam kapasite üç vardiya 24 saat çalışarak üretmeye devam ediyoruz. Geçen yıl zaten yatırımlar yapmıştık bu dönemde işe yaramış oldu. Doktorlarımız ve bütün sağlık çalışanlarımızın kıymetini bilelim. Osmanlıdan bugüne geleneği olan böylesine büyük bir yapıyı kurmak her milletin harcı değil. Bu geleneğin içinden gelen sağlık bakanı da özverili çalışmalarıyla topluma güven verdi.
Bu süreçte Uzakdoğu’ya da ihracata başladık. Önceleri sadece dezenfektan ürünleri gönderiyorduk. Kolonyanın da dezenfekte özelliği duyulunca kullanmaya başladılar. Türki Cumhuriyetlere gönderiyoruz. Avrupa ülkeleri ve Irak’tan yoğun talep alıyoruz. Tabi ki önceliğimiz ülkemizin ihtiyacını karşılamak.
Türk halkının olmazsa olmaz dezenfekte ve ferahlama ürünüydü kolonya. Bir misafirliğe gittiğinizde daha kapıdayken ‘‘Hoş Geldiniz’’ sözü ile birlikte ellere kolonya dökülürdü. Suya sabuna ulaşmak halkımız için o kadar kolay değildi. Çok değil bundan 20 yıl önce İç Anadolu bölgesinde bir köye gitmiştim. Evde bir tek mutfağa su çekebilmişler, tuvalette bile su yok. İstanbul’da bile aylarca evlerde suyun olmadığı günleri gördük. Suya sabuna ulaşamayan halkımız için en iyi dezenfekte yöntemi kolonya kullanmak olmuş o dönemde.
Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamız ile bir arkadaşın İTO’ya yemek davetinde tanıştım. İstanbul’a yeni gelmiştim o yıllarda. Arkadaşım bir müze ve vakıf kurulacağını, onun öncesinde yemek olacağını söyledi. Ben aslında çok fazla dışarda yemeğe giden biri değilim. Arkadaş davet edince hayır diyemedim. Çok kalabalıktı ve orada Sayın Hocamız biraz da kısık sesle, kuracağı İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nden, vakıftan bahsediyordu. Yemekten sonra yan tarafa geçtik, ama tabi yemeğini yiyen çıkıp gitti, kimse kalmadı (gülüyor). Biz orada dört arkadaş kaldık. Sayın Fuat Sezgin hocamız bu duruma çok üzüldü. Başını iki elinin arasına alıp üzgün bir şekilde “Ben bu işe bütün birikimimi yatıracağım ama görüyorum kimsenin umurunda değil, benim de emeklerime yazık” diye üzüntüsünü dile getirdi. Bu sırada tüm arkadaşlar hocaya biz varız diye, moral vermeye çalışıyorlardı. “Nasıl yapacağız olmuyor işte” dedi. Sayın hocamızın tam karşısında ben vardım. Birden göz göze geldik “Nasıl olacak” diye başını kaldırıp bana sorunca ben de “Sayın Hocam, biz yaparız hiç merak etmeyin” dedim. Açıkçası ne yapılacağını da çok fazla bilmiyordum. Ama Fuat hocayla bu tanışmamdan sonra çok güzel bir ilişkimiz oldu. Daha sonra müze ve vakıf kuruldu, ben de vakfın mütevelli heyeti ve yönetim kurulu üyesi olarak görev aldım. Vakfa ve eğitim faaliyetlerine destek olmaya başladım. Bilim tarihi bölümü, enstitü ve Gülhane Parkının içinde, dünya çapında öneme sahip Fuat Sezgin hocamızın kitaplarından oluşan kütüphane kuruldu. Eğitim ülkemiz ve bizim için çok önemli. Ailemiz sektörümüzle ilgili meslek liselerinde, meslek yüksek okullarında gençlerin yetişmesi hususunda geçmişten beri katkı sağlamakta. Ben de gençlerin okumasını, kendilerini geleceğe hazırlamasını çok önemsiyorum. Cesur olsunlar, hiçbir şeyden mahrum olmasınlar ve çok çalışsınlar. Saygıdeğer hocamız günde on yedi saat çalışırdı. Feridüddin Attar’a İbn-i Sina’ya Cabir bin Hayyan’a ayrı bir önem verirdi. Tıp bilgini yönüyle tanınan İbn-i Sina’nın Aristo’yu aşmış, önemli bir felsefeci olduğunu söylerdi.’’ Aslında Avrupa Rönesans’a İbn-i Sina’yı okuyup anlamaya başlamakla geçti derdi. Gençlerimiz, geçmişte atalarının nedenli önemli işler yaptıklarını okuyup öğrensinler. Günümüzde yaşayan Sezai Karakoç’ un bütün eserlerini okusunlar. Bu çapta bir düşünür ve fikir adamı toplumlara uzun yıllar gelmiyor. Hep beraber değerini bilelim. Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamız ile çok kıymetli bir dostluk geliştirmek hayatımın en önemli dönemlerinden biri oldu. Benim için büyük şeref ve onur olan o güzel günleri asla unutamam.
Saygıdeğer Fuat Sezgin hocamızı Almanya’ya her ay ziyarete giderdim. Bu ziyaretlerden çok memnun olurdu, ben de mutlu olurdum. Kendisiyle bir rutinimiz vardı. Birlikte öğlen yemeği için yürüyerek hep aynı yere giderdik, yemekleri hocamız ikram ederdi, öyle bir anlaşmamız vardı. Bu ziyaretlerin birinde hocamız ve saygıdeğer eşi için bir markette alışveriş yaparken, vegan şampuan, diş macunu gördüm, onları da aldım ve sonra şirkete getirip bu ürünlerden üretmeye karar verdim. Türkiye’de ürettiğimiz vegan ürünler büyük ilgi gördü, sektörümüzde ilk vegan sertifikasını alan marka olduk, daha sonra farklı şirketler de üretime başladı.
Dostluğumuz Hocanın vefatına kadar 10 yıl sürdü. Babamın vefatından bir gün önce bile hocayla İstanbul’da birlikteydik. Hocamız ile babam aynı yaştaydılar. Babam Ankara’da komadaydı ben ise Sayın Hocamızın yanındaydım. Sayın Hocamız o gün Frankfurt’tan gelmişti, üzülmesin diye ona bir şey söyleyemedim. İlk uçakla İstanbul’a geldim. Yeni yapılan Yavuz Selim ve Orhangazi köprülerini görmek istiyordu. Bir de 37 yıldır Bursa’ya gitmemiş, Ulu Cami’yi ziyaret etmek istiyordu. Üç arkadaşla birlikte önce köprülerden geçtik. Hocamız “Bunları benim memleketimin insanları mı yaptı?” diye büyük bir hayret ve heyecanla köprünün üstünde arabayı durdurttu. Biz köprüde durmak yasak falan dediysek de o kadar sevindi ki durmak zorunda kaldık, arabadan indik. Heyecanlı çocuklar gibi sevindi çok mutlu oldu. Sonra Bursa’ya Ulu Cami’ye gittik, uzun uzun, derinden ve düşünceli izledi. Akşam hocamızı İstanbul’da oteline bıraktıktan sonra ben tekrar Ankara’ya babamın yanına döndüm. Babam o gece son nefesini verdi. Hocamız da vefat edeli yaklaşık iki yıl oldu. Her ikisi de nur içinde yatsın. Bizler de onlardan emanet aldığımız bu kıymetli değerleri korumak ve geleceğe taşımak için çalışıyoruz.