
Medeniyetin zirvesinden söz ettiğimiz bu çağda, biz hala en ilkel dürtülerimizle savaşıyoruz: Kibirle. İnsana insan gibi davranma sınavında her gün sınıfta kalıyoruz.
Rahmetli Muhammed Ali’nin o unutulmaz sözü, insanlık sınavının temel manifestodur: “Bana iyi davranan ama garsona kaba olan birine güvenmiyorum.” Böyle biri, nezaketi içten gelen bir erdem değil, çıkar gereği takınılan bir maske olarak görür. Kibarlığı menfaate göre ayarlayan, saygıyı yalnızca kendisine fayda sağlayanlara gösteren bu zihniyet, gücü eline geçirdiğinde hizmet edeni bir nesne olarak görür. Gündelik hayatımız bu nahoş gösterilerle dolu. Bir restoranda müşteri, yanlış gelen sipariş yüzünden garsona bağırıyor. Masadaki arkadaşı, duruma müdahale etmek yerine telefonunu çıkarıp kayda alıyor. Görüntüler sosyal medyada… Beğeniler, yorumlar havada uçuşuyor; ama kimse oradaki en önemli şeyi, bir insanın kırılan onurunu görmüyor.
Muavine “soğuk su kalmadı” diye bağıranlar, havalimanında “ben VIP’yim, bana nasıl böyle davranırsın?” diye çıkışanlar, kasiyere terslenenler, kuryeye kapıyı çarpanlar… Hepsi aynı zehirli cümleyle konuşuyor:
Bir kahveyle ölçülen karakter testi
Yanlış gelen bir sipariş, aslında insanın vicdanının, terbiyesinin ve karakterinin test edildiği küçük bir sınavdır. Bir kahveyle bile anlaşılır insanın kim olduğu. Hani hep derim ya; ben sofrada insan tanırım. Bu söz, benim hayat felsefemdir. Bir insanın karakterini, onunla bir sofrada on beş dakika geçirerek çözümleyebilirim. “Rica ederim, olur böyle şeyler” diyebilenle, “Ben sana para veriyorum, nasıl böyle davranırsın!” diye bağıran arasındaki insanlık farkı işte o sofrada anlaşılır.
Hepimiz hayatın çarkında bir rol üstleniyoruz; kimimiz beyaz önlükle, kimimiz takım elbiseyle, kimimiz iş önlüğüyle idame ettiriyor hayatını. Unvanlarımız, diplomalarımız ve maaş bordrolarımız farklı olsa da hepimiz özümüzde geçimini sağlamaya çalışan, onuru için yaşayan insanlarız aslında.
Ama iş doğrudan insana hizmet etmeye gelince, birden garip bir perde iniyor araya- kibir perdesi. Garson, hostes, temizlik görevlisi, hasta bakıcı, kapıcı... Emeğiyle ayakta duran bu insanlar, maalesef bazıları için kolay ulaşılabilen bir ego sahnesine dönüşüyor.
Statü maskesi neden düşer?
Bir kafede kahvesi yanlışlıkla şekerli geldiği için ortalığı birbirine katan; bankoda veznedara üstten bakarak “senin görevin bu” edasıyla konuşan; uçağın dar koridorunda hostesi sanki kişisel yardımcısıymış gibi kullanan o insanlar... Onlar, kendilerinden mevkice üstün gördüklerine karşı ezilip büzülürken, hizmet verenlerin üzerinde adeta bir yetki ve güç denemesi yapıyorlar. “Ben para ödüyorum!” basitliğine sığınarak, hizmeti satın aldıklarını ama insanlığı satın alamadıklarını unutuyorlar. Ve işte bu kibir, statü maskesinin ne kadar ince olduğunu gözler önüne seriyor.
Günlük hayatında veya sosyal medyada insan haklarından, empati kültüründen dem vurup duyarlılık kasarken, yüz yüze geldiği hizmet emekçisine kaba davranan tipler, karakter zafiyetlerini apaçık sergilerler. Sorsan çoğu zaman “Ben sadece işini doğru yapsın istiyorum” der. Ama işini doğru yapmasını istemek profesyonel bir talepken, onu aşağılamak ve azarlamak düpedüz bir karakter arızasıdır. Burada asıl amaç, kişinin kendi içindeki yetersizlik duygusunu başkasını ezerek bastırma çabasıdır.
İnsanın terbiyesi “gücünü nerede kullandığıyla” ölçülür
Bu bakımdan insanın terbiyesi, “gücünü nerede kullandığıyla” ölçülür. Kendinden zayıfa sesini yükselten, aslında kendi yetersizliğine bağırıyordur. Bir kahve geç geldi diye bağıran insanın meselesi kahve değil, egosudur. Ve biz bu egoların elinde, topluca kabalaşan bir medeniyete dönüşüyoruz.
Hizmet sektöründe çalışanlar, bir işlevi yerine getiren profesyonellerdir. Onlara “hizmet etme görevi” verilmiştir, ancak bu görev, onların insanlık onurunu askıya alma yetkisini kimseye vermez. Bir mimara, projedeki hatası yüzünden bu kadar kolay bağırabilir misiniz mesela? Muhtemelen hayır. Zira statüsü, size bir filtre koyar. Peki, bir garsona neden o denli kolay bağırabiliyoruz? Ya da bir doktora yönetilemeyecek o kaba ses tonu, o küçümseyici bakış, neden bir garsona, bir muavine reva görülür?
Özellikle kadınlara ve iş insanlarına sesleniyorum. Bir erkeğin gerçek karakterini görmek isterseniz, bir lokantada yemek esnasında garsona nasıl davrandığına odaklanın. Veya iş yapacağınız bir ortak adayı, otel resepsiyonistini aşağılıyorsa, o kişinin gücü ele geçirdiğinde size neler yapabileceği konusunda şüpheniz olmasın; oradan hemen uzaklaşın.
Bir “lütfen” kadar insan kalabilmek
Hizmet sektörü, kimsenin toplumsal hiyerarşideki yerini belirleme alanı, bastırılmış egolarını tatmin etme sahnesi değildir. Orası, her çalışanın sadece işini yaptığı, alın terinin karşılığını aldığı bir alandır.
Bir sipariş hatası, bir gecikme ya da yanlış anlaşılma; kimseye bir insanın onurunu hedef alma hakkını vermez. Günde onlarca saat ayakta durup gülümsemek zorunda kalan, işletmenin hatasını dahi sineye çekmek zorunda kalan o insanlara karşı asgari nezaket göstermek, bizim insanlık borcumuzdur.
Bizler, “İnsana hizmet edenin Hakk’a hizmet ettiğine” inanan bir kültürün mirasçılarıyız.
Hizmeti aşağı görmek değil, yüceltmektir bizim geleneğimiz. Ahi Evran’dan Mevlevî dergâhlarına kadar uzanan bütün o büyük medeniyet çizgimiz, “hizmetin” insanı kemâle erdirdiğine inanır.
Bir cümlenin başına ya da sonuna ekleyeceğimiz küçücük bir “Lütfen” veya “Rica etsem” kelimesi hem karakterimizi yüceltir hem de karşıdakinin omuzlarındaki yükü hafifletir.
Aslında bütün mesele budur: Bir “lütfen” kadar insan kalabilmek.
“Lütfen”, hizmetin arkasındaki insanı görünür kılalım. Vesselam…






