Okumak için 1993 yılında geldiğim İstanbul benim için Lütfi Akad’ın Dört Mevsim İstanbul adlı belgeselinde görüp aşık olduğum bir şehirdi. Bu şehri gezip görmek ve tanımak en büyük hayalimdi. Bunun ilk adımı olarak okul harçlığımla ikinci el Canon marka bir fotoğraf makinesi aldım. Murat Belge’nin İstanbul Gezi Rehberi kitabı eşliğinde hem İstanbul’u geziyor hem de fotoğraf çekiyordum. Aynı zamanda iyi bir dergi ve kitap okuruydum, üstelik birkaç ürünüm dergide yayımlanmış, kültür sanat ortamlarına ilk adımımı atmıştım. Okuyup yazmak, edebiyatla ilgilenmek ve üstüne bir de fotoğraf makinesine sahip olmak o yıllarda hayalini bile kuramayacağım bir mesleğin kapısını açtı. Üniversite tercihlerimin arasında olmayan bir mesleğe, gazeteciliğe “ekmek teknem” olan fotoğraf makinem ve okuyup yazmaya ilgim sayesinde ilk adımımı attım.
Bir sonbahar günü “Okullar açılana kadar ortama bakayım, yapabilir miyim” diyerek kapısından girdiğim Yeni Şafak Gazetesi 28 yıldır ailem, yuvam oldu. Yaptığımız haberlerle sadece Türkiye’nin çeyrek asrına şahitlik etmekle kalmayıp aynı gazetede işe başlayan bir avuç genç olarak dostluğun, dayanışmanın güzelliklerini de kayda geçirdik. Yeni Şafak’ın Topkapı’daki ilk binasıyla ilgili şunları hatırlıyorum: Giriş katta dağıtım ve reklam servisi vardı. İkinci katta ise gazetenin yazı işleri yer alıyordu. Arşiv ve kütüphanemiz, çay ocağımız, mescidimiz, üst katta yemekhanemizle mütevazı bir kurumduk. Servislerde yazarların da masaları bulunuyordu. Genç ve küçük bir ekiptik. Sadece iş saatinde değil mesaiden sonra da birlikte vakit geçirecek kadar birbirimizle kaynaşmıştık, birlikte habere gidiyor, dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerine şahitlik ediyor, okuyor, olan biteni dert ediyor, aramızda tartışıyorduk. İçimizde her düşünceden, sosyo-kültürel çevreden arkadaşlar vardı. 2000 yılında bu binadan Bayrampaşa’ya taşındık.
İlk yıllardan başka neler hatırlıyorum? Mesela bilgisayar sistemine yeni geçilmişti. İstihbarat Servisi’nde mesleğe yeni adım atanlarla birlikte 10-11 kişiydik. Bizden sekiz dokuz ay önce mesleğe başlayanlar gözümüzde “tercübeli”lerdi, bir yıl önce başlayanlar artık “işin kurdu”ydu. Serviste iki üç kişiye bir bilgisayar ve masa düşüyordu, herkes birbirinden meslekle ilgili yeni şeyler öğreniyordu. İnternet ağı yoktu, cep telefonları daha yaygınlaşmamıştı ve henüz kimsenin mail adresi yoktu, faks üzerinden haberleşiyorduk. Özetle gazeteye başladığım o dönem biz gençler için ne kadar heyecanlı, güzel yıllarsa ülkemiz için de bir o kadar sıkıntılıydı. Çetelerin kol gezdiği bir dönemde Susurluk Olayı patlamıştı. Bu vesileyle Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde muhabirlik günlerim başladı. Yaklaşık iki yıl gittiğim Devlet Güvenlik Mahkemesi hem ülkenin karanlık güçleri hakkında hem de mesleki olarak bana çok şey öğretti.
Aynı yıllarda cep telefonları, internet birden hayatımıza girmiş, mesleki olarak her yere, her bilgiye ulaşmamız bir anda kolaylaşmıştı ama siyasi mücadele de bir o kadar zorlaşmıştı. Özellikle okullardaki başörtülü öğrenciler gibi biz bir kaç başörtülü muhabir de “Laik Türkiye” için tehlike olmaya başladık. Kimi zaman resmi kurumlardan “içeri” bile alınmıyor kimi zaman alınmyalanların şahitliğini yapıyorduk. Mesela “El ele Başörtüsüne Özgürlük Zinciri”ne katılanların yargılandığı duruşmada sanık sandalyesinde yazarlar ve başörtülü öğrenciler birlikte yargılanırken ben de başörtülü muhabir olarak bu olayı takip edebiliyordum. Başörtülü avukatlar ise örtülerinden dolayı salondan çıkarılıyordu. Gazetemizin manşetlerinde yer alan “Batık banka” haberleri yüzünden ise DGM başsavcısının odasına çağrılıp “bu manşetleri atmamamız” için uyarılıyorduk. Birkaç yıl sonra ise muhabirlik yaptığım bu DGM salonunda bu defa “başörtüsüne özgürlük” haberimden dolayı hakim karşısına çıkıp yargılanacaktım.
Yeni Şafak bundan 30 yıl önce yola çıktığında medyada pek çok alanda ilke imza attı. Bunlardan biri de bana göre ilk kez başörtülü muhabir çalıştırmasıydı. Zira bilindiği gibi muhafazakar camiada o yıllarda başörtülü yazarlar vardı ancak başörtülü gazeteciler sahada henüz kendilerine yer bulamamıştı. Yine Yeni Şafak o yıllarda başörtüsü sorunu yüzünden okuldan atılan gençlere kapılarını açarak işe almıştı. Birden her serviste başörtülü genç kızlar kendi yetenek ve çabalarına göre servislerde çalışmaya başladı.
Elinde fotoğraf makinesiyle başörtülü bir gencin o yıllarda sahada olması aynı zamanda bugünkü Türkiye’nin de ayak sesleriydi. Ancak bu hiç de kolay olmadı. Refahyol hükümetinin iktidarda olduğu dönemdi ama bundan duyulan rahatsızlık sık sık kürsülerde yapılan konuşmalara ve gazete manşetlerine de taşınıyor, adeta 28 Şubat öncesinin hazırlıkları yapılıyordu.
Hiç unutmam mesleğe başladığım yine ilk günlerdi. Şefimiz İstanbul Üniversitesi’nin açılış haberine benle stajyer muhabirlerden Tuba Tokgöz’ü gönderdi. Açılışı dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapacaktı. Bu açılış töreninde fotoğraf çekmek için gösterdiğim gayret Demirel’in de dikkatinden kaçmamış olacak ki çıkışta makam aracına binmeden önce önündeki korumaları el işaretiyle yana çekip bana poz verdi. Bu çektiğim kareler ertesi gün bizim gazetenin birinci sayfasına girerken başka bir gazetede ise “Laiklik tehlikede” konulu habere malzeme oldu. Şöyle ki: Bir başka basın mensubu da Demirel’le benim fotoğrafımı çekmişti ve ben “Demirel türbanlı gazeteciye poz verdi” alt başlığıyla haber olmuştum. Haberin içeriğinde ise siyasilerin laikliği korumadığı anlatılıyordu. Demirel ile benim birlikte olduğum kare de bunun kanıtıydı!
Ancak bu tür haberlere rağmen ne gazete yönetimi ne de biz aldırmıyor, yolumuza devam ediyorduk. Fakat her gittiğimiz haberde “Aman şimdi ben de haber olmayayım” tedirginliğini içimizde hep taşıyorduk. Nitekim 28 Şubat döneminde pek çok gazeteci arkadaşımızla ilgili olumsuz haberler yapıldığı gibi başörtülü oldukları için birçok devlet kurumundan, okuldan da geri çevrildi, yargılandık. Biz ise bu dönemde “sızlanmak” yerine “direniş” göstermeyi tercih ettik ve bunu yaptığımız haberlere de yansıttık. Önce üniversitelerden sonra kamu kurumlarından atılan başörtülü çalışanların yanında “Başörtüsüne Özgürlük” sloganıyla bir mücadele başlattık. Bu dönemde “mağdur başörtülü” hikayeleri yerine “direnen başörtülü” haberlerine imza atmak için gayret gösterdik. Günlerce kadın erkek hepimiz okul önlerinde başörtüsü için mücadele edenlerin sesi olmak için çalıştık. 28 Şubat dönemi başörtülü muhabir olmak her anlamda zordu. Bir yandan “başörtülü muhabir olmaz” denilerek basın kartı ya verilmiyor ya da verilen kartlar bir bahaneyle iptal ediliyordu. Bir yandan da “erkek muhabir yok muydu da siz geldiniz” denilerek zaman zaman bizim mahallede “sorun” teşkil ediyorduk.
Bütün bu hikayeler bir yana o günlere geri dönüp baktığımda benim merceğimden görünen şu: Anadolu’dan İstanbul’a gelip okul harçlığımla aldığım ikinci el bir fotoğraf makinasıyla Yeni Şafak’ta başladığım gazetecilik mesleği her anlamda bana çok şey öğretti. Ama her şeyden önce yaklaşık 30 yıl boyunca Türkiye’nin siyasi, sosyo-kültürel değişimine bir başörtülü gazeteci olarak tanıklık ettiğim ve bu ülkenin en önemli sorunlarından biri olan okullarda ve kamu kurumlarındaki başörtüsü yasaklarına karşı hem kendi duruşumuz hem de gazete sayfalarına taşıdığımız haberlerle bugünün gençlerine bir yol açtığımız için kendimi şanslı sayıyorum. İyi ki bu mesleği seçmişim. İyi ki haklının yanında ne olursa olsun durmak için çaba sarf etmişim. İyi ki imzamı bu ülkenin menfaati için yaptığım haberlerde kullanmışım. Şimdi yeniden elimde fotoğraf makinem, huzur içinde İstanbul sokaklarının saklı güzelliklerinin peşinde gezebilirim.