Prof. Dr. Halil İnalcık'ın, son röportajdaki bir cümle vefatından sonra çok fazla dikkat çekti ve bilhassa sosyal medyada sıkça paylaşıldı:
“72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım."
Halil Hoca'nın neredeyse son günlerine kadar kalemi ve kitabı elinden düşürmediğini, daima bir araştırma faaliyeti içinde olduğunu, okuyup yazdığını biliyoruz. Hatta vefatından kısa bir süre önce Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet adlı yeni bir kitabı daha yayınlanmıştı.
Peki, onlarca kitap, yüzlerce makale yazan, bugün her biri Türkiye'de ve dünyada Osmanlı tarihi okutan pek çok öğrenci yetiştiren yüz yaşında ebediyete intikal eden bu asırlık çınarın başarısının sırrı neredeydi?
Bu sorunun cevabı Hoca'nın hayatının satır aralarında gizlidir:
1916'da imparatorluk payitahtında, İstanbul'da bir Osmanlı olarak gözlerini açar dünyaya İnalcık. Cumhuriyet'in ilanından sonra da yeni başkent Ankara'ya taşınırlar. 1935'te Atatürk'ün emriyle açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne girer. Türk tarih tezini desteklemek ve bu yönde araştırmalar yapmak amacıyla kurulan bu fakültede Almanya'dan kaçıp Türkiye'ye gelen pek çok ünlü profesör de vardır. Hoca önce Sinoloji, yani Çinbilimi okumayı düşünmüş ancak çabuk vazgeçmişti. Kaynak açısından çok zenginliği ve İmparatorluk başkenti İstanbul'da doğup büyümesinden dolayı İnalcık, ileriki yıllarda bir “ekol" oluşturacağı Osmanlı tarihi alanında çalışmaya karar verir.
Fakültede pek çok değerli hocası olsa da, modern Türkolojinin kurucusu Prof. Fuad Köprülü üzerinde büyük bir tesir yapar. 1940'da Fakülteyi bitirdikten sonra Fuad Köprülü'nün tavsiyesi üzerine önce “ilmî yardımcı" olur. Bulgaristan'daki Tanzimat reformları üzerine doktora tezini hazırlar ve 1942'de bitirip üniversitede asistan olarak kalır.
Doktorasını bitirmesinin ardından Osmanlı tarihinin hemen her alanında ince eleyip sık dokuduğu, binlerce arşiv vesikasından, yerli-yabancı tarihlerden süzdüğü bilgilerle inşa ettiği araştırmalarını yayınlamaya başlar.
Yaptığı işin ne kadar önemli olduğunun farkındadır, bunu bir konuşmasında şöyle belirtir:
“Tarihimizi millete iyi öğretmek icap eder. Bu bütün dünyada böyledir. Milletler medenileştikçe tarih tedrisatı ehemmiyet kesbeder. Bir milletin ilerlemesi, hatta yaşaması için, tarih şuuruna sahip olması lazımdır. İngiltere'nin kudreti, tarihe saygısından gelir. Tarih, geleceğimiz için sonsuz bir kaynaktır."
İnalcık'ın, “Tarihçi şahsiyetim üzerinde, hiç şüphesiz bu iki yazarın belirgin bir etkisi vardır" dediği Prof. Fuad Köprülü ve Prof. Ömer Lütfi Barkan'dan ve 1950'den sonra Fernand Braudel ve Annales okulundan etkilenmiş, araştırmalarında bu okulun yaklaşımlarından da istifade ederek özgün bir metodoloji ortaya koymuştur.
Bunu yaparken nasıl bir yol izlediğini şöyle anlatıyor:
“Tarihçi kendini iyi tanımalı temayüllerini bilmeli, neyin peşinde gideceğini belirlemeli. Sevmediğiniz bir konuda çalışamaz ve ilerleyemezsiniz. (…) Ben büyük bir hırs ve sevgiyle kendimi Osmanlı tarihine verdim.
Toplumuna katkı yapacak olan konuyu seçmeli. Fransa veya Roma tarihi gibi çok çalışılmış konular yerine Osmanlı tarihi gibi henüz tamamıyla araştırılmamış ve Batılılar tarafından yanlış yorumlanan bir tarih konusu seçmek önemli.
Batılılar, Fransız İhtilali'nden sonra azınlıkları ezdiğimizi düşünürler ve bize bu gözle bakarlar. Onun için yanlış yorumlanmış bir konuyu tayin edeceksin ve o konu üzerinde duracaksın. Hammer'de büyük yanlışlar var ama biz hala onun peşindeyiz. Avrupa'da Osmanlı'yı öven kitaplar yazarsan satamazsın. Çünkü Batılılarda hala önyargılar var. Bu sebeplerden dolayı başkalarının hata ve önyargılarla ele aldıkları konular seçilmeli ve öncelik millî tarih konularına verilmeli."
Kırım Hanlığı ve Osmanlı ilişkileri, Fatih Sultan Mehmed devri ve İstanbul'un fethi, Balkanlardaki fetihler, kanunnameler ve hukukî yapı, Osmanlı şehirleri vs. konuları üzerinde çok sayıda makale ve kitaba imza atar. İnalcık, 1942-72 yılları arasında, her biri aradan geçen bunca zamana rağmen en önemli referans kaynaklarından olan bu çalışmaların yanında, Londra ve Harvard'da araştırmalar yapıp dersler vermiştir.
İlk eserlerinden olan Hicri 835 Tarihli Suret-i Defter-i Sancak-ı Arvanid yayını ile Osmanlı toprak ve timar sistemi ile alakalı önemli keşifler yapmış, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar ile de neredeyse ömrünü vakfettiği Fatih Sultan Mehmed hakkında dünyadaki ilk ciddi araştırmalardan birini orijinal vesikalara dayanarak ortaya koymuştur.
Fatih ve II. Bayezid dönemine ait kanunnameler külliyatı olan, Kanunname-i Sultani ber Muceb-i Örf-i Osmani: II. Mehmed ve II. Bayezid Devirlerine Ait Yasakname ve Kanunnameler'i Türkolog Robert Anhegger ile birlikte yayınlamış ve böylece Osmanlı hukuk tarihini aydınlatan önemli yayınlar yapmıştır.
1972 yılı İnalcık'ın hayatında dönüp noktalarından biridir. Zira herkes için hayatın istirahat zamanları sayılan emeklilik yılları Hoca'nın sanki ikinci hayatının başlangıcı gibidir.
Önce öğrencisi, sonra da hocası olduğu DTCF'den emekli olduktan sonra 1986'ya kadar sürecek Chicago Üniversitesi yılları başlar. Burayı bilim üretmek için ideal bir çalışma ortamı olarak gören Hoca, 4 milyon cildin üzerinde bir koleksiyona sahip üniversite kütüphanesinden istifade ederek çalışmalarına yeni bir sür'at verir.
1973'te, pek çok yabancı dile çevrilen ve Osmanlı tarihi konusunda bir referans kitabı haline gelen The Ottoman Empire: the Classical Age: 1300-1600 kitabı yayınlanır.
Burada Osmanlı tarihi alanında 12 öğrenciye doktora yaptıran İnalcık, öğrencilerinin hepsinin Osmanlı arşivini merkeze alarak tezlerini kaleme aldıklarını ve Ortadoğu'nun Osmanlı asırlarıyla ilgili önemli bilimsel yayınlar yaptıklarını vurguluyor. Bugün dünyanın sayılı üniversitelerinde Osmanlı tarihi okutan RhoadsMuphey'den Donald Quataert'e, Daniel Goffman'dan AmySinger'e, Bruce Master'dan MadeleineZilfi'ye, profesörlerin çoğu Halil Hoca'nın öğrencisidir.
1986'da Chicago'dan emekli olan İnalcık, Princeton ve Harvard'da çalıştıktan sonra 1992'de Türkiye'den bir teklif alır. Bilkent Üniversitesi Rektörü Ali Doğramacı, Halil Hoca'yı üniversitede bir tarih bölümü kurması için Ankara'ya davet eder. Önce bu teklife pek sıcak bakmayan hoca, Doğramacı'nın, “kütüphanenizi getiririz, ayrıca bir sekreter veririz" sözlerinin ardından teklifi kabul eder ve 250 koli tutan kitap ve notlarıyla birlikte Türkiye'ye dönüp tarih bölümünü kurar.
1994'teyse İnalcık'ın bütün çalışmalarının bir özü olarak kabul edebileceğimiz An Economic and Social History of the Ottoman Empire yayınlanır. Klasik dönemi içeren ilk bölümü tek başına İnalcık yazmıştır.
Hoca'nın Osmanlı edebiyatına olan vukufiyetinin bir göstergesi olarak, Hasbağçede Ayş u Tarab ile Şair ve Patron adlı iki önemli çalışmada edebiyat tarihi açısından özel bir yerde durmaktadır.
Son yıllarda “Devlet-i Aliyye" üst başlığı ile Osmanlı tarihini yeniden yazmaya koyulmuştu Halil Hoca. En son 3. cildi çıkan bu seri umarız, Hoca'nın evrak-ı metrukesinden çıkanlarla devam eder.
Bütün bu eserlere bakınca, değil tek bir kişinin bir ekibin bile altından zorlukla kalkacağı bir işi yapmış olduğunu görüyoruz Halil İnalcık'ın. Her büyük işte olduğu gibi, bunun arkasında da tesadüfler değil, aşk ve emek yatıyor.
Son sözler, Hoca'dan:
“Tam bir tarihçi olmak çok güçtür. Bugünün tarihçileri hikâye anlatıyor. İyi tarihçi olmak için evvela altı dil öğrenilecek. Arapça, Farsça, Osmanlıca divan dili ile Fransızca, Almanca, İngilizceyi ileri seviyede bilmesi lazım. Yoksa Avrupalı tarihçilerle boy ölçüşemez. Ama ben ölçüştüm. Beş akademi beni üye seçti.
Makale yazarken arşive ve sağlam vesikalara dayanıyorum. Zaman ve mekân içinde toplumun hayatına tarih denir. Bunun için bir tarihçi sosyoloji, ekonomi, kültür, coğrafya, her şeyi bilmeli. İmajinasyon ve üslup için bir tarihçi olarak edebiyat bilmemin çok faydası oldu bana."
Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Halil Berktay İnalcık'ın kitabını tercüme ederken her yerin altını çizdiğini, sayfa kenarlarına postit'ler yapıştırıp üzerine notlar aldığını ve satır satır ezberlediğini söylüyor.
Halil İnalcık'ın en önemli eserlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi'ni tercüme eden ve Hoca'nın bir entelektüel biyografisini yazmaya hazırlanan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Halil Berktay ile “Hocaların hocası"nı konuştuk.
Adını ilk duyduğumda Yale'deydim; 1967 veya 68 olmalı. Demek 21-22 yaşımdaydım. Sıkı Marksisttim ve ekonomi lisansı yapıyordum. Her iki açıdan, teorik ve teorisist bir düşünce yapısına sahiptim. Madalyonun diğer yüzünde, hiçbir profesyonel tarihçilik eğitimim ve özellikle metodolojik formasyonum yoktu. İnsanlık tarihinin bütünsel akışını kurgulayabilmenin yeterli olduğunu sanıyor; mikro ölçekte, birincil kaynaklar üzerinde ampirik çalışma nedir bilmiyordum. Öyleyken, sırf Marksizmin verdiği epistemolojik özgüvenle, gidip Robert Lopez'in elit seminerine yazılmıştım. 1939'de Faşist İtalya'dan kaçmayı başarmış ve ABD'de ders verebilmek için tutup iki yılda ikinci bir doktora yapmış, sonra gelip Yale'de disiplinlerarası bir Ortaçağ Etütleri master ve doktora program başlatmış, çok ama çok ünlü bir ortaçağ uzmanıydı Lopez. İlk gün masanın etrafındaki herkesin kendini tanıtmasını istedi. Sıra bana gelince “haa, Türksünüz demek," dedi; “o zaman dostum Halil İnalcık'ı da mutlaka tanıyor olmalısınız" (so you must know my good friend Halil İnalcık).
O an için boş boş baktımsa da, farkında olmadığım bilgi kıtalarının varlığına ilişkin bir önsezi peydahladığımı sanıyorum. 1969'da ekonomi doktoramı yarıda bırakıp Türkiye'ye döndüm; Ankara SBF'ye girdim ve önce ekonomik tarih, ardından ekonomik düşünceler tarihi derken, adım adım tarihe kayar oldum. 1970'lerin ikinci yarısından itibaren, profesyonel Osmanlı tarihçilerini sistematik biçimde okumaya başladım. Köprülü, Barkan ve İnalcık arasındaki hem devamlılığı, hem farkları gördüm.
İnalcık'ın diğerlerine kıyasla ne kadar rafine, ne kadar sofistike, ne kadar titiz ve dakik, spekülatif genellemelerden görece ne kadar uzak olduğunu algıladım. Yöntem ve söylem açısından tarihçiliğe geçiş sürecimi formalize ederken, Birmingham'da yazdığım doktora tezimi, Türkiye'nin modern Osmanlı tarihçiliğinin bu üç büyük ismi etrafında ördüm. Bir yerinde, Kavimler Göçüne gönderme yoluyla “Barkan surların dışında kamp kuran kaba saba bir aşiret reisiyse, İnalcık kentli bir aristokrattır" diye bir cümle kurduğumu hatırlıyorum. Buna karşılık şahsen tanışmamızın nasıl olduğunu bir türlü çıkaramıyorum, ama o da 80'lerin sonlarını buldu sanırım. Hızla yoğunlaşan bir arkadaşlığımız oldu. Ölümünden bu yana, sayısız enstantanesi, özel anları tek tek geçiyor önümden. Ama ne tuhaf, tam nerede, ne zaman, nasıl tanıştığımızı hatırlayamıyorum.
Önce bir noktayı düzelteme izin verin. Ben tamamı 1000 sayfayı geçen Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi cildinin hepsini çevirmedim. Sadece bir unsurunu; Halil İnalcık'ın yazdığı 400 küsur sayfalık Osmanlı Devleti: Ekonomi ve Toplum, 1300-1600 bölümünü çevirdim. 2000 yılında Eren Yayınevi sırf bu çalışmayı iki cildin ilki olarak bastı. Basarken de bir karışıklık oldu; İnalcık'ın yazdığı bölümün özel başlığı yerine derleme eserin genel başlığı geçti sanıyorum. Her neyse.
Evet, Halil Hoca özellikle istedi benim çevirmemi. Artık çok yakındık; müthiş tarih ve tarihçilik (ve başka herşey) konuşuyorduk. Benim historiyografi uzmanlığımın ve İngilizce/Türkçe titizliğimin yanısıra, harbilik ve doğruluğuma da güven getirmiş olmalı. Nasıl reddebilirdim ki; benzersiz bir “ince okuma" fırsatıydı üstelik. 1997 başında, iki yarım Fulbright'ı denkleştirip ailecek bir yıllığına Harvard'a gittik (bizdeki asıl Osmanlı tarihçisi, eşim Tülay Artan'dır). Orada yaptım; yaparken de her yerin altını çizdim; sayfa kenarlarına postit'ler yapıştırıp üzerine notlar aldım; satır satır ezberledim sayılır. Ne önce ne sonra, kimse o metinle benim kadar haşır neşir olmamıştır ve olamaz. 98 başında Türkiye'ye döndük; sonraki Bilkent buluşmalarımızdan birinde kendisine, “Hocam, keşke siz bunu Türkçe yazsaydınız da ben İngilizceye çevirseydim" dedim. “Ama ben henüz basılmamışken senden böyle bir şey isteyemezdim ki" diye karşıladı.
Zor soru. Elimde, 2007-2008'de Harvard'daki ikinci misafirliğim sırasında kaleme aldığım hayli uzun bir taslak var. Osmanlı tarihçiliğine bütün katkılarını ayrı ayrı öbekler halinde değerlendiriyorum. Biliyorum ki hayatteyken bir şekilde gördü bunu; beğendiğini anlıyorum. Vefatından sonra Serbestiyet'e yazdığım, onun çok çok kısa bir özeti gibiydi. İlk iş, o taslağı tamamlamalıyım ki, bu yıl içinde yaparım diye umuyorum. Belki 25-30 sayfa tutar; bilemiyorum. Hem Türkçe hem İngilizce olarak yayınlamak isterim; buna uygun yerler bulmalıyım. Önce bunun üstesinden geleyim; sonrasında 200-250 sayfalık bir kitap haline getirmeye de çalışırım.
1962 yılının Kasım ayında başladı benim Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi›ndeki öğrenciliğim. O zaman, Tarih Bölümü, geleneksel ayrıma uygun olarak Eski, Orta, Yeni ve Yakınçağlar Kürsülerinden oluşuyordu ve bir de bunlara “Genel Türk Tarihi Kürsüsü" eklenmişti. Bölüm müfredatına göre, ilk iki sene öğrencilere her kürsüden birer hoca alanları ile ilgili dersler verirdi. Bu iki senenin sınavlarını başarıyla geçen öğrenciler, sonraki iki senede kürsülere dağılarak, seçtikleri çağda daha ayrıntılı bilgilerle donatılırlardı. Bu son iki senede bir önemli uygulama daha vardı. Her bir anlatıya dayalı dersin, bir de semineri yapılır ve o seminerlerde, hocalar anlattıkları tarihi bilgilerin nasıl üretildiğini öğrencilerine öğretirlerdi.
Benim Halil Hoca ile tanışıklığım, 1962 yılında vermiş olduğu “Yenizamanda Avrupa Tarihi" dersi ile başladı. Bütün hocalarımız, alanlarının ünlü simalarıydı. Onların hepsinden yararlandım. Ama Halil Hoca bir başkaydı. İlk yıllarımda, bu başkalığın nereden kaynaklandığını tam değerlendirecek durumda değildim. Öyle olsa da, onun müstesna biri olduğunu algılamıştım. Bu sebeple, üçüncü sınıfta, Hoca'nın bulunduğu “Yeniçağ Tarihi Kürsüsü"nü seçtim ve bu iki yılda verdiği dersler ve özellikle yönettiği seminerlerle, o çok büyük bir bilim adamı ve seçkin bir öğretmen olarak gönlümde taht kurdu. Mezun olduktan sonra, kısa bir lise öğretmenliği döneminin arkasından, Yeniçağ Tarihi Kürsüsü›ne, onun isteği ve önerisiyle “asistan" oldum.
Bu benim hayatta yakaladığım en büyük ve en önemli fırsattır. Doktoramı onun yanında yaptım. Doktora sonrasında hep onu izledim. Daha önce onun vermiş olduğu dersleri verdim. Zaman içinde akademik yaşantım boyunca, “unvan"lar kazandım. Bunların hiçbirisi, beni “İnalcık›ın öğrencisi" nitelemesi kadar sevindirmedi. Arada onun Amerika yılları sırasında mesafelerin uzunluğundan, zaman zaman da etrafındaki çemberin genişlemesinden dolayı yanına pek sokulamadığım dönemler oldu. Bunları saymazsak, Halil Hoca'nın 50 yıllık öğrencisiyim.
Bu uzun zaman zarfında “Hocam"ı bütün yönleriyle tanıdığımı söyleyebilirim. O çok büyük bir bilim adamıydı. Türkiye Cumhuriyeti›nin maddi olanaklarının sınırlı, fakat heyecan ve hedeflerinin çok geniş olduğu bir dönemde yetişti. Sadece ve sadece Cumhuriyet'in okullarında okudu. Onun öğrenciliği sırasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde büyük çoğunluğu Alman, yabancı hocalar vardı. O Türk Tarihi'ni ve özellikle Osmanlı Tarihi'ni seçti. Hocası Fuad Köprülü, 1927 yılında Hayat mecmuasında yazdığı bir makalede «münevverlerimizin yerleşik ilmî telâkkileri mahz-ı hakikat" kabul ettiklerinden yakınıyordu. Halil Hocam, “mahz-ı hakikat"e ancak ilmî yöntemlerle ulaşılabileceği gerçeğini kendisine düstur edindi. Bu düsturu uzun hayatı boyunca hiç terketmedi. Bu sebeple Osmanlı Tarihi'ne çok büyük katkılarda bulundu. Katkısı sadece ampirik bilgi değildi. Aynı zamanda tarih alanına geliştirdiği yöntemlerle yarar sağladı. Bu yönüyle ulaşılmaz bir mevkiye yükseldi. Sadece ve sadece Türkiye›de aldığı eğitimle, uluslararası bilim akademilerinin mümtaz üyesi haline geldi. Onu Cumhuriyet yetiştirdi. O da Cumhuriyet'e olan borcunu, uluslararası bilim dünyasına kendi kimliğiyle katılarak fazlasıyla ödedi.
Halil Hocam, öğretmen olarak ve insan olarak “mükemmeliyetçi"ydi. Her şeyin en iyisinin yapılmasını isterdi. Gizli ajandası yoktu. Düşüncelerini saklamazdı. Kanaatlerini, kişiler hakkındaki değerlendirmelerini yüzlerine de gıyaplarında da söylerdi. Böyle yapılması gerektiğine inanırdı. Mükemmeliyetçiğini bildiğim için, onun tam istediği bir öğrencisi olup olmadığımı bilmiyorum. Çoğu zaman düşüncelerini açıktan söyler, eğer söylemek istemezse, bunu yüzüne yerleştirdiği “müstehzi" bir gülüşle yapardı. O müstehzi gülüşün muhatabı olmamak için çok uğraştım ama, hakkımdaki değerlendirmelerinden emin değilim. Zekâ, yetenek ve diğer insanî özelliklerimin sınırlarını aşarak ona layık olmuş olmayı çok isterdim. Yalnız onunla uzun beraberliğimiz sırasında, ona olan borcumun ödenmezliğinin bilinciyle hareket ettim. Onu kızdıracak, rencide edecek bir davranışım olmasın diye çok çaba harcadım. Tek dileğim, bu çabalarımın olumlu sonuç vermiş olması, ebediyete uğurladığımız “Hocam"ın benden “hoşnud" ayrılmasıdır.
Ruhu şâd olsun.
Halil Hoca'yı önce ismen tanıdım. Öğrencisi olmam mümkün değildi. Zira o Ankara'da ben İstanbul'daydım. Hoca Chicago'da çalışırken bir toplantı oldu. Orada birkaç Türk akademisyen konferans verdik. İlk kez burada tanıştık. Daha da yakın olmamız, Paris'teki Kanuni sergisi dolayısıyladır. Ben Kanuni devri sanatı üzerine bir konferans verdim. Hocanın beni buraya çağırmasıyla dostluğumuz başladı. Bu toplantıda Hoca, kadı sicillerinin önemini uzun uzun anlattı. Ben tabii tarihçi değilim ama bana tarihçi muamelesi yapıyor hoca… Daha sonra muhakkak toplanalım ve bir çalışma yapalım dedi. Ben, “sizinle birlikte olmak, çalışmak bir şereftir ama unutmayın ki ben bir sanat tarihçisiyim, size ne kadar faydalı olabilrim" dedim. “Hayır hayır Nurhancığım, sen çok faydalı olursun" dedi. Nurhancığım derdi hep bana. Herhalde o konuşmalarımda benim de bir katkıda bulunacağım sonucuna ulaşmış. İstanbul'da çok uzun toplantılar yaptık. Ben projeyi canlandırdım. Bazı kurumlardan destek aldım, genç araştırmacılardan oluşan bir ekip kurdum. Böylece hoca ile aynı projede çalışma şansım oldum. Sonra bana bu projenin başına geç dedi. Ben dedim ki hocam, etmeyin eylemeyin, ben kendi adımı zor okuyup yazıyorum. Beni böyle komik bir duruma düşürmeyin, ben bunu yapamam dedim. Yok yok, yapacaksın dedi. Böyle bir çekişme halindeydik (Gülüyor)… Hocaya itiraz edemedim tabii, epeyce çalıştık, yakın bir dostluk kurduk. Ben yazdığım kitapları gönderiyordum, onlara çok değer verirdi. Hiçbir hocam, Halil Hoca kadar beni yüreklendirmedi.
Bu dostluk ve yakınlıktan faydalanarak bir kitabıma tarihî zemin vermek istedim. Bu, bir tarihçinin yazabileceği konuydu ve onun alanıydı bu. Rica ettim, o kadar işinin arasında, yaşı da çok ilerlemiş olduğu halde beni kırmadı. Daha sonra görüşmelerimiz çok oldu. Onun Dragos'taki yazlığında, benim Bostancı'daki evimde de toplanıp görüşürdük. Son görüşmelerimizden biri şöyle oldu: Ben bir konferans için Ankara'ya gittiğimde görmek istedim “Nurhancığım, beni ihya ettin" dedi. Ne çalıştığımı sordu.
Hocanın benim çalışmalarımı beğenmesi ve teşvik etmesi, benim bu yaşıma kadar çalışmaya iten kuvvetlerden biridir. Hocaya ben çok şey borçluyum, Türkiye çok şey borçlu!
Ciddi, müdekkik ve ihatalı bir tarihçi olarak gördüğüm İnalcık Hoca'nın yetişmesinde en önemli âmil onun Köprülü, Barkan, Wittek, Menage, Braudel gibi yerli ve yabancı devrinin ünlü tarihçileri ile birlikte bir dönemi yaşamış ve onlardan istifade etmiş olmasıdır. Demek ki Hoca şanslı bir insandı. Doğru zamanda, doğru insanlarla, doğru yerde buluşmuştu. Uzun ve bereketli geçen ilim hayatında onu mümtaz kılan sadece çok sayıda eser vermiş olması değil, hayatını vakfettiği Osmanlı tarihçiliğinde ele aldığı konuların hep yeni düşünülüp bulunmuş konular olmasıdır.
Siyasi tarih çalışmalarından çok ekonomi ve sosyal tarihe, müesseseler ve kültür tarihine verdiği önem, siyasi tarihi ise tashih etmek amaçlı derinlemesine araştırması ve saha araştırmalarını gerçekleştirmesi tarihçiliğimizin temel taşlarının nasıl olması ve hangi yoldan yürümesi gerektiğini göstermesi bakımından dikkate alınmalıdır.
Bir otorite olarak belge tarihçiliğinin önemini ve gerçek yerini göstermesi anlamlı olmuştur. Ne manasız bir şekilde körü körüne belgeye tutunmayı savunmuş, ne de onsuz tarihçilik olabileceğini kabul etmiştir. Belgelerin yol göstericiliğinde konuların her zaman orijinal ve heyecan verici olacağını, sonuçlarının sağlam verilere götüreceğini savunmuş ve hazırladığı eserleriyle örnek olmuştur.
Hocanın adını ilk duyduğum zaman 1976'da İ.Ü Tarih Bölümü Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi Kürsüsü öğrencisi idim. Hocam Salih Özbaran, henüz o senelerde yayınlanmış olan The Ottoman Empire: the Classical Age, 1300-1600 adlı kitabını derste bize takip ettiği bir kaynak olarak zikrediyor ve ondan bilgiler aktarıyordu. 1994'ten itibaren Suraiya Faroqhi ile birlikte editörlüğünü yürüttüğü Brill'in “The Ottoman Empire and its Heritage" serisinin Advisory Board'una kabul edilmiş olmam ise benim için özel bir değer taşımıştır.
Hocanın kadirşinaslığını yakinen görmüş birisi olarak şunu belirtmek isterim ki, uzun yıllar üzerinde çalıştığı Fatih devri İstanbul'u ile ilgili çalışmalarında varlığından bir vesile ile haberdar olduğu halde ele geçiremediği en eski tarihli tahrir defteri parçasını, üstelik arşivdeki tasnif ve numarasıyla birlikte kendisine söylediğim zaman, duyduğu hayreti ve sevinci hiç unutmam. Sonra kitaplaştırdığı çalışmasında ve çeşitli vesilelerle bu mütevazı yardımımı zikretmesi onun kıymetbilir bir ilim adamı olduğuna en güzel örnektir.
Yaklaşık 30 yıl önce bizzat tanıştığım, bilhassa pek çoğu yurt dışındaki sempozyumlarda ve kendisinin yönettiği International Association of Ottoman Social and Economic History'nin sempozyumlarında görüştüğüm Hoca'nın insan ilişkilerinde oldukça kibar ve resmi olmasına karşılık akademik toplantılar sırasında özellikle tebliğlerin yetersiz muhtevaları karşısında acımasız bir münekkid olduğu dikkatimi çekmiştir.
İnalcık Hoca, gördüğüm kadarıyla 1990'lara, yani Türkiye'ye dönüşüne kadar Türk tarihçilerinin çalışmalarını pek dikkate almamış, sonrasında ise ilgi göstermesine rağmen çok seçici davranmıştır. Bu esasen günümüz Türk tarihçiliğinin kendisini gözden geçirmesi için de bir işaret olmalıdır.
Bütün çalışmaları birbirinden özgün, eğitici ve öğretici olsa da bana göre Hocanın şaheseri Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi'dir.
Halil İnalcık benim yakın dostum ve hocamdı. Kendisiyle ilk olarak Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde son sınıfta İnkılap Tarihi derslerinde tanıştık. Ben 1984 yılının başında Başbakanlık Müsteşarıydım. O zaman muhterem hocam da beni ziyarete geldi. Osmanlı arşivlerinin mutlaka açılması gerektiğini, Ermenilerin bunu istismar ettiğini, kötüye kullandıklarını söyledi. Rahmetli Özal'a da durumu arz ettim ve Osmanlı arşivlerini ihya projesini gerçekleştirdik. Sayın hocamızın tavsiyesi üzerine tasnife başlayıp 1915 sonrasının belgelerini araştırmacılara açtık. Sayın hocamızın bizi teşvik etmesinin çok büyük değeri vardır. Gerçekten dolu dolu yaşadı, uzun bir ömürden sonra da göçüp gitti. Hatırası önünde hürmetle eğiliyorum.
Erken yaşlarda, Fatih Devri Üzerine Tetkikler isimli kitabını okumuş ve tarihimizin bu döneminin çok yönlü olarak ele alınışının nasıl olabileceğini görmüştüm.
Siyasî tarihle yetinmeyen Halil İnalcık, iktisat tarihinden kültür tarihine kadar çok geniş bir alanda kalem oynattı. Tarihle öylesine haşır neşirdi ki, yaşarken tarih olmuştu! Tarihçilikte Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan zincirinin üçüncü halkası Halil İnalcık'tı. 1970'li yıllarda Tarih ve Topum-Toplum Yapımızın Tarihi Oluşumu kitabını hazırlarken, onun yazıları ve kitapları vazgeçilmezimdi. Onda ilim adamı titizliği yanında, seçtiği sahaya duyduğu ilgiyi besleyen bir millî tavır da hissedilirdi. İyi ki tarihte kaldı, ilimde kaldı; siyasetin ve aktüelin iğvasına kapılmadı.
O bir Kırımlı... Ailesi, son yüzyılda ülkemize hicret eden, Türkiye'nin Türk terkibini yapan unsurlardandı. Türkiye'nin kültürel hayatını yakından takip eden Türkiye Yazarlar Birliği, 1994'te Halil Hoca'yı Osmanlı tarihi çalışmalarından ötürü “yılın kültür adamı" seçti.
Türkiye Yazarlar Birliği'nin 25. yıl kutlamaları meyanında “Halil İnalcık'la 85 yıl: Türkiye'de tarih ve düşünce" programı (19.4.2003) ilim, yayın ve edebiyat dünyasından geniş katılımla yapıldı. Bu toplantı vesilesiyle Halil Hoca'ya “Şeyhülmüverrihin/ tarihçilerin şeyhi beratı" takdim edildi. Halil İnalcık'ın toplantının başlangıcında yaptığı duygulu ve müessir konuşmadan hatırımda kalan, kendinden bahsederken hep mütevazı olan Hoca'nın, tarih üzerindeki çalışmalarının önemini kabul etmekle beraber, kendi şahsî tarihî hususunda aynı başarıyı gösteremediği nüktesini yapması. Dünya çapındaki tarihçimizin doğum tarihi ihtilaflıydı ve bilginimiz Osmanlı Devleti'nin kuruluş tarihini tespit etme konusundaki başarısını kendi doğum tarihini açıklığa kavuşturma konusunda gösterememişti!
Aynı yıl, ilk Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni'ni Topkapı Sarayı'nda icra ederken, açılış konferansı ona tahsis edilmişti. Halil İnalcık şehir tarihi konusunda ülkemizin önde gelen isimlerinden biriydi. TYB ilk defa Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi tertip ettiğinde (2011) şeref misafiri oydu. “Üç Osmanlı Payitahtı: Edirne, Bursa ve İstanbul" onun kongreyi açış bildirisi idi.
Onun imzasını taşıyan kitaplara ve makalelere bakarak şunu söyleyebiliriz: Kitap yazmadı, kütüphane yazdı!
İnalcık Hoca'yı büyük yapan, kendi yazdıklarından çok talebelerine yazdırdıklarıdır. 75 sene boyunca durup dinlenmeden yaptığı araştırmalar, muazzam eserler olarak tarihe geçti. Onun külliyatı tarihle ilgilenen herkes için rehber niteliğinde. Bazıları büyük tarihi keşifler olarak çoktan literatüre geçti. Bazıları ise henüz keşfedilmeyi bekliyor. İlmi kıymetinin, dünyada, Türkiye'de olduğundan daha fazla bilindiği unutulmamalı. Türk tarihinin hangi alanına el atılırsa atılsın, ona müracaat edilmeden yeni bir eser ortaya koymak pek mümkün değil. Durumun farkında olan yurtdışındaki araştırmacılar, kendilerini gönül rahatlığıyla onun rehberliğine teslim ediyor.
İnalcık hocanın üslûbunun en dikkat çeken yanı, okuyucusunun dikkatini bir kere yakaladı mı, meselenin künhüne vakıf edinceye kadar yol arkadaşlığını bırakmamasıdır. Okuyucusunun donanımında eksik gördüğü yerleri ise sağlam dipnot ve kitabiyat bilgisiyle pekiştirir. Okuyucusuna gösterdiği ihtimamdan, talebeleri kat kat fazlasıyla istifade ederler. Çünkü onlar fazladan seminer ve derslerine devam etmişlerdir. Eserlerinde yer alamayan konuları şerhleriyle beraber ikmal imkânına kavuşurlar. Bu sebeple, talebeleri bir taraftan konulara hâkimiyet sağlarken, diğer taraftan akademik eser yazmayı öğrenirler. Uzun süre yanında bulunan eski talebelerinin her biri bu yüzden bugün çok kıymetli makale ve kitapların sahibidirler.
1942'de tamamladığı doktora tez konusu “Tanzimat ve Bulgar Meselesi"dir. Daha tezini tamamlamadan talebeyken ilk akademik makalesini kaleme alır: “Tanzimat Nedir?". Tanzimat, hocanın bu makalesinde çok farklı bir üslûpla işlenmiştir. Halbuki 100. Yılı münasebetiyle Maarif Vekaleti tarafından hazırlanan Tanzimat adlı bin sayfalık eserin neşrinin üzerinden daha 2 sene bile geçmemişti. Bu derinlikli araştırma ve yazım usulü sonraki 75 senede kıymetini artırarak devam edecektir. Hocamız, akademik hayatının ilk yıllarından itibaren hiç kimsenin aklına gelmeyen, dikkatini çekmeyen konuları bulup çıkarmıştır. Üstelik bazı konuların peşini en az 50 sene bırakmadan araştırmalarını sürdürmüştür. Bazı derslerinde, “bizim işimiz dedektiflik gibidir" der ve ona göre dikkat ve sabır gerektirdiğini vurgulardı.
Master ve doktoraya başlarken tez konusu belli olan talebelerine, önce derslerini tamamlaması nasihatini verirdi. Temel konulara vukfiyet kesbettikten, okumaları tamamladıktan sonra araştırma konusu seçmelerini öğütlerdi. Tabii bunda talebenin akademik seviye ve kapasitesini tesbit de rol oynardı. Bu sayede öncelikle taşıyabileceği ve tamamlayabileceği bir tez konusu verirdi. Tez tespitinde fantastik ancak faydasız konulardan özellikle uzak tutardı. Bir hususta çalışırken sorusu şuydu: “Bunun memlekete ne faydası var?"
Yurtiçi ve yurtdışında danışmanlığını yaptığı yirmiden fazla doktora tezi bu hassasiyetle yazılmıştır. Bugün İnalcık ekolünden bahsediliyorsa, bu ince düşüncenin, dikkatli ve sabırlı çalışmanın sonucudur. Onun ihlaslı talebesi olmak herkese nasip olmamıştır. O fark talebelerinin eserlerinde kendini hemen belli eder. Mamafih yaklaşık 50 kitap ve 500 makalesiyle, gelecek nesillere muazzam bir külliyat bırakmıştır. Bunlar belli bir metodolojik sırayla okunursa, sadece tarihçiler ve araştırmacılar için değil, meraklılarına ufuklar açacak mahiyet taşır.
Çalışmalarına kimse itiraz edemediği ve büyüklüğü tartışılmaz olduğu halde, keşiflerinin hemen hiçbirinin halen ders kitaplarına yansımamış olması esef vericidir. Eski zamandan kalma yanlışlar, kronolojik karmaşa, isimler ve yer adlarındaki hatalar aynen devam etmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere Talim Terbiye Kurulu bu eksikliği bir an önce düzeltmelidir. Çünkü geç kalınan her sene, yanlış bilgiyle donatılan bir milyon öğrenciye malolmaktadır. 2015 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2016 UNESCO yılı olarak adayları tespite başlamıştı. İnalcık ismi de adaylar arasındaydı. Gerekçe talebine bir metin yazıp göndermiştim. Maalesef 100. yaşı içinde bulunan Halil İnalcık'ı, Bakanlık yetkilileri ve ilgililer UNESCO kutlamalarına layık görmediler. Amerikan (American Academy of Arts and Sciences), İngiliz (The Royal Asiatic Society), Sırbistan Bilim ve Sanat Akademisi (Srpska Akademija Nauka i Umetnost) üyelikleri başta olmak üzere Macaristan Cumhurbaşkanlığı Liyakat Nişanı gibi uluslararası ödüllere layık görülen, 2011 yılında İslam dünyasının Nobel'i sayılan Kral Faysal Vakfı tarafından İslam Araştırmaları dalında ödüllendirilen ve bugüne kadar 20'den fazla fahri doktora payesini alan İnalcık hocanın çalışmaları bu vesileyle taçlandırılacaktı.
Bu imkân maalesef bir gaflet eseri olarak kaçırıldı. Dünya çapında tek bir ilim adamımız geldi ve bu dünyadan göçüp gitti. Bundan sonra ona asıl payeyi verecek olan, talebeleri, takipçileri ve okuyucularıdır.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nda Halil İnalcık'ın imzasını taşıyan ilk kitap, bir nehir söyleşi olan Tarihçilerin Kutbu idi (2005). Halil Hoca daha sonra yayınevine bir tarih kitabı teslim etti. Tarih ve anı editörü olarak çalıştığım için, bu kitabın sorumluluğu bana verildi. 2006'da hoca ile tanışarak, Türkiye Tekstil Tarihi Üzerine Araştırmalar kitabının elyazmasını teslim aldım. İlk kitaplarını yayına hazırlarken, akademik camiada titizliği ve zor beğenirliğiyle tanınan bu büyük hocaya karşı mahcup düşmeden işimi yapmaktan başka bir kaygım yoktu. Onun editörü olmak bir bakımdan kolaydı, eserin esasına ve kurgusuna dair pek bir mesai harcamayacağım açıktı. Elyazmalarındaki iş, usule dair aksayan noktalar varsa bulup uygun hale getirilmelerini sağlamaktı. Tekstil Tarihi'nin üzerinde böyle çalıştım. Tarih terimlerinin ve belge alıntılarının imlalarında, metinlerin dizilmesi sırasında ortaya çıkan tutarsızlıklar söz konusuydu. Bir de bazı dipnotlarda şu ya da bu sebeple atlanmış unsurlar olabiliyordu. Dipnot eksiklerini eldeki kaynakçalardan ya da kütüphane kataloglarından yararlanarak kısmen gidermek mümkündü. Mümkün olmayanları listeledim, Osmanlıca çevriyazı terimlerdeki farklı imlaları da bir tablo haline getirdim. Halil Hoca ile ilk metin çalışmamızı, Bilkent'te henüz açılmamış Halil İnalcık Center for Ottoman Studies salonunda yaptık. Hoca merkezi gezdirip buraya bağışladığı arşivinden muhteşem örnekler göstererek beni bir kere daha etkiledi. Çalışırken de listelerimi ve sorularımı görünce memnun oldu, daha önce bu kadar ayrıntılı bir yayına hazırlık çalışması yapmadığını belirtti. Neredeyse her sorumun, her imla meselesinin üzerinde titizlikle durdu, çoğu zaman tercihini belirtirken gerekçesini de söyledi.
Yarı yaşından genç bir editöre gerekçe belirtmesini beklemezdim, bunu ifade de ettim, ama çalıştığımız on yıl boyunca ısrarla bu inceliği gösterdi. Vefatından bir ay kadar önceki son buluşmamızda da her zamanki titizliğiyle işlerimizi konuştuk, Hoca basılacak kitaplarıyla ilgili bazı yeni kararlar aldı. Şimdi, onsuz son işlerini yapacağım kitaplarını hazırlarken, bu gerekçelerin pek çok sorunu onun usulünce çözmemde nasıl işe yarayacağını anlıyorum. Bu on yıl boyunca Halil Hoca'nın, yayına hazırlık çalışmalarını yaptığımız 9 kitabını eline alma şansı oldu, yayın onayını verdiği kitaplarından ikisi bu yıl içinde, kalanları 2017 başından itibaren yayımlanacak. Bunların dışında, kimi dizili, kimi kaba hazırlık çalışması yapılmış kitapları sırasını bekliyor. Hoca'nın iki resimli kitabını onun talebi üzerine Kültür Yayınları için tasarlayan Ersu Pekin'in bana yolladığı başsağlığı mesajında çok güzel ifade ettiği gibi galiba, “Giderken yanında hiç bir şey götürmeyip hepsini insanlara dağıtmak isteğinin son tanığı" oldum…