İlk nasıl tanıştık çok hatırlamıyorum. Ama hafızam beni yanıltmıyorsa, ben Kütahya’dan Tavşanlı’ya gelmek için araba beklerken el ettiğim bir kamyonun şoförüydü. Beni almış, “Kimsin, nerelisin, ne yapıyorsun” sorularıyla tanışmıştık. Ağzında sigarası, o zamanlar için az sakallı, gözlüklü bir genç adamdı kamyon şoförü.
O, Tepecik Köylü’ydü, şoförlük yapıyordu. Konuşmalar Tavşanlı’dan, Tepecik’ten bahisle devam etti, neler yaptığımıza, ileride ne olacağımıza geldi. Yazar olmak istiyordu adı Ahmet Uluçay olan kamyon şoförü. Dostoyevski hayranıydı, ileride onun gibi bir yazar olmak hedefiydi. Şimdi aşk hikâyeleri yazıyordu. Hikâyeleri Hürriyet’in Kelebek ekinde çıkıyordu.
Ben de yazıyordum hikâyeler. Benim de yayınlanıyordu. Roman çalışmalarım da vardı. İşte ortak bir yanımız çıkmıştı. Yazacağı, birazını yazdığı bir romandan bahsetmişti. Bizim yörelerde çok konusu edilen büyüler, cinler filan olacaktı. “Kemikler ve Küller” gibi bir şeydi kitabına düşündüğü isim.
Delidoluydu, heyecanlıydı, arada kahkahalar atıyordu kamyon şoförü. Onun bütün dünyası Tepecik Köy’dü konuşmalarından anladığım. Kâh eleştiriyor, kâh yüceltiyor, bizim insanlarımız sevecenliği taşıyordu.
Yolculuk boyunca Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Victor Hugo konuşmuştuk. Kitap manyağıydı. Kamyonun bir yerinden gazete küpürleri çıkardı. Kelebek’te yayınlanan birkaç hikâyesini gösterdi. Resimlendirilmiş aşk hikâyeleriydi. Kısa hikâyeler olduğu için orada okudum.
Sinemadan da bahsetti tabii. Sinemaya deli gibi tutkundu. Filmleri, sanatçıları, karakterleri iyi biliyordu. Tavşanlı’daki Hülya Sineması’na çok gidiyormuş. O ilk tanışmamızda sinemacı yönünü çok anlamadım, “İleride yönetmen olacağım” sözünü işitmedim. Ama çok sevdiği belliydi. Film şeritlerini hızlı hızlı döndürecek bir şeyler yaptığından ya da yapacağından bahsetmişti. Birkaç arkadaşıyla çok meraklılarmış. Köyde film oynatmayı çok istiyormuş.
Yolculuğumuz askerlik şubesinin önünde bitti. Beni bırakırken, “Tekrar görüşelim” sözleriyle ayrıldık. İşte, Ahmet Uluçay ile ilk tanışmamız böyle oldu. Sonra zaman zaman görüşmeye başladık. “Cumhuriyet Meydanı’nda şu vakitte buluşalım” diyorduk, orada görüşüyorduk. Daha sonra hükümet konağı, şimdi ise park olan yerde büyük bir kahvehane, çaybahçesi vardı, oraya takılırdık.
Hikâye, roman, edebiyat eskisi kadar çok konumuz değildi artık. Kafayı sinemaya takmıştı. “Bana ‘Lan Depciköylü Ahmet, sen ne anlarsın sinemadan, kafayı üşütcen’ diyorlar ama bak göreceksin bir gün gelecek şu İstasyon Caddesi’nde bir film çekeceğim” sözünü çok işittim.İstasyon Caddesi’ni nedense çok seviyordu, her görüşmemizde mutlaka o caddede yürüyorduk. “Şu tarafta sinema afişleri olurdu, gelir gelir afişlere bakardım” diye eski günlerden bahsederdi. Ailelerin çoluk çocuk sinemaya gittikleri zamanları anlatırdı.
Arada gece birlere ikilere kadar Tavşanlı sokaklarını gezerdik. Anlattığı şeyler sinema, sanatçılar, ileride yapmak istediği hayallerdi. Kafasında yapmayı hayal ettiği beş-altı film konusu vardı. Çok coşkulu, çok heyecanlı, bazen kendinden geçercesine anlatıyordu hayallerini. “Belki bunları hiç yapamayacağım, Depciköylü Kamyoncu Ahmet olarak kalacağım. Ama böyle hayaller de kurmak güzel değil mi? Hayal, hayat demektir, hayal gerçekleşmenin ilk adımıdır. Belli mi olur İsmail, belki o günleri görürüz. Ben o sinemacılardan çok daha iyi film yaparım, o yönetmenlerden daha iyi kamera açım var benim. Sen senaryo yazarsın, ben çekerim. Belli mi olur, belki olur.”
Bazen yılgın olurdu, bıkardı. “Bizden bi halt olmaz” derdi. “Git işini yap, kamyonla çalış, ne işin var sinemayla filmle. Bize kim fırsat verecek, kim elimizden tutacak. Yapsam bile, bu insanların umurunda mı sanki.”
Sonra yılgınlık, çok geçmeden yerini yine ümide bırakırdı. Ne olursa olsun yapacaktı. Vazgeçmeyecekti, yılmayacaktı. İstiklal Caddesi, Yeşilçam Sokağı bir gün Ahmet Uluçay’ı tanıyacaktı. Depciköylü Kamyoncu Ahmet değil, Yönetmen Ahmet Uluçay olacaktı.
Ben İstanbul’a taşınınca tabii ki görüşemez olduk. Bazen tatil için Tavşanlı’ya gittiğimde görüşebiliyorduk ancak. Kısa filmler yaptığını duyuyor, seviniyordum. Her gördüğümde yeni projelerden bahsediyordu. Heyecanı aynen devam ediyordu. Kendisinden son haber alışımda, uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Bir gün telefonla aradı beni. “İsmail benim yarın Tavşanlı’yı anlatan filmin gösterisi olacak Beyoğlu’nda. Mutlaka gelmeni istiyorum. Tavşanlı’yı, Tavşanlı’nın evlerini göreceksin. Kesin gel.” Yarın dediği, bizim işlerin çok yoğun olduğu bir gündü. Toplantılar filan vardı. “Ahmet Ağabeyciğim çok zor ama gelmeye çalışacağım” dedim. “İnşaallah gelir, görüşürüz.” “Kesin gel, ben seni çok özledim,” dedi. Bu ısrarına rağmen pek gidecek halim yoktu. Demek ki, Ahmet abi Tavşanlı ve evleriyle ilgili bir kısa film yapmıştı. Onun adına sevinmiştim ama gitmem gerçekten zordu.
Yine de, “Ahmet Ağabeyi bir göreyim, çoktandır görüşmüyoruz hasret gideririz” diyerek Taksim’e gittim, İstiklal Caddesi’ne geldim, söylediği sinemaya girdim. “Kapıda benim adımı ver, seni yanıma getirsinler” dediği için dediğini yaptım ve içeri aldılar beni.İçeriye girdim ki, salon tıklım tıklım dolu. Işıklar söndürülmüş, perde de film oynuyor. Çok kalabalık olduğu için ve ışıklar söndüğü için Ahmet Ağabeyi aramadım, boş bir yer bulup oturdum. Bakalım Ahmet Ağabeyin kısa filmi nasılmış ve neden bunca insan toplanmış diye merakla seyretmeye başladım.
Fakat “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” zannettiğim gibi kısa film değilmiş. Şaşkınlıkla, hayretle, gururla “Depciköylü Kamyoncu Ahmet Ağabeyin” muhteşem filmini izledim. Salondaki herkes hayranlıkla izliyordu benim gibi. Tavşanlı şivesi konuşmalar, karpuzcunun diyalogları, sinema sevdalısı iki gencin film yapma gayretleri herkesi yerinde mıhlamıştı. Salonda bulunan kimi ünlüler, medya mensupları takdirle seyrediyordu.
Filmin başrolünü oynayan gençlerden biri, arkadaşının sevdiği kıza mektup verirken, “Sen de onu sevvesen ya...” deyince, kız da ona tokat atınca herkes gülüyordu. Kızdan tokat yediğini söyleyememişti arkadaşına. Bunlar Ahmet Uluçay’ın yaşadığı şeylerdi, bana anlatmıştı yıllar önce. O yüzden filmin içindeydim, sanki Tepecik Köy’de, Tavşanlı’da yaşıyordum. Bir yandan hayalim Ahmet Ağabey ilk tanışmamızda, kamyon yolculuğumuzda, istasyon caddesinde, gece gezmelerindeydi. İşte sonunda hayali gerçekleşmişti. “Bu film mutlaka ödül alır” diyordum. “Ahmet Uluçay, bu filmle birlikte en iyi yönetmenlerden olur Türkiye’de...”
Geç de olsa başarı gelmişti. Bence artık bundan sonra Ahmet Uluçay bir markaydı ve sinema sektörü peşini bırakmayacaktı. Film bitti ama ben hâlâ rüyada hissediyordum, inanamıyordum, çok mutluydum.
Film bitti herkes ayağa kalktı, Ahmet Uluçay’ı alkışladı. Kısa bir konuşma yaptı sahnede. Çok eziyetini, kahrını çeken eşinden bahsetti. Filmi karısına adadı. Sonra sahneden inerek, peşinde medya ordusuyla birlikte kapıya doğru yöneldi. Ona görünmeyi düşünmüyordum ama yanımdan geçince, göz göze gelince seslendim. Sarıldık, kucaklaştık. Elinden tutup, peşinden sürükledi. Biz elele yürürken, gazeteciler bir şeyler soruyordu. “Ben İsmail’imi buldum, onunla hasret gidereceğim. Sizinle konuşmayacağım” dedi onlara. Dışarıda, sinemanın giriş kısmında oturduk. Herkes etrafını sarmıştı ama o benle konuşuyordu. Omuzumdan sarıp sıktırıyordu beni. Yapımcısı Ezel Akay, “Ahmetciğim bu film çok ödüller alacak” diyor, bazı ünlüler tebrik ediyor, o ise herkese beni anlatıyordu. “İsmail, benim çok yakın arkadaşım. Yıllar önce sabahlara kadar gezer konuşurduk bu film işlerini. Kendisi yazar. Tavşanlılı...”
“Ahmet abi sen şimdi beni boş ver, gazeteciler seni bekliyor. Biz yine konuşuruz... Gün senin günün.” “Olmaz, seni bırakmam...” Biraz daha sohbet, biraz daha eski günler. Millet etrafımızda. “Boğaz gezisine gideceğiz, acele edelim” dediler. “Ben gelmeyeceğim, İsmail’imle konuşacağım...” dedi.İtiraz ettim, kabul etmedim. “Biz sonra görüşürüz nasılsa” dedim. Zor bela ikna oldu.
O günden sonra Ahmet Uluçay, çok ödül aldı. Her gün gazetelerde, televizyonlarda ismi anılır oldu. Arada telefonlaştık. İstiklal Caddesi’nde bir apartta kalıyordu. Bir görüşmemizde filmin CD’sini verdi. Film daha sinemalara girmemişti ama o CD’den evde defalarca izledik. Bir süre sonra Tavşanlı’ya gitti. Köyünden ayrılmıyordu. Gazeteciler, sinemacılar onun köyüne, evine gittiler. Çok seviniyordum Ahmet Uluçay adına. Ahmet Uluçay, asıl bundan sonra Ahmet Uluçay olacak, yeni filmler yapacaktı.
Yine bir zaman geçti, Ahmet Ağabey Çapa Hastanesi’nde olduğunu söyledi. Meğer hastaymış. Yanına gittim. Çapa’nın bahçesine indik, konuştuk yeni yapacağı şeylerle ilgili. “Çabuk iyileş” dedim. “Allah şifa versin çabuk iyileş.” Beyoğlu’ndaki o apartta kalıyordu yine. Bir akşam gittik. Eşi çok sevindi. Beyoğlu’nda gece başlayan gürültüler çok bunaltmış. Bizim hanımı görünce çok memnun oldu. “Kendimi Tavşanlı’da hissettim,” dedi. Ahmet Ağabey, benim Unutulmuş Günler romanımı okumuş. Romanın konusu Tavşanlı’da geçtiği için, çok mutlu. “Biz ne kadar vefalıyız memleketimize” diyordu. Romandaki zaman dilimi, bizim onunla sokakları gezdiğimiz, çay bahçelerinde oturduğumuz zamanlardı. Yine İstasyon Caddesi muhabbeti. “O caddede film yapmak istiyorum” diyordu. “Sen senaryo yazarsın, bu Unutulmuş Günler’den bölümler alırız. Çok güzel film olur.” Ama önce bir kamyon şoförünün hayatını yapmak istiyordu. Aklı fikri sinemada olan kamyon şöförünü Deli Yürek, Ezel ve Karadayı dizilerinden tanıdığımız Kenan İmirzalıoğlu oynayacaktı. Ziyaretine gelen İmirzalıoğlu, “Seve seve oynarım” demiş. Ahmet Ağabey ve eşi arada bize geldiler, biz onlara uğradık. Sonra tekrar Tavşanlı’ya gittiler. Birkaç kez köydeki evine gittim, evde, köy meydanında konuştuk. Sonra bir süre haber alamadık. Ama 30 Kasım 2009’da son haberi aldım. Ahmet Uluçay vefat etmişti. Yokluğuna alışamadım dostum... Nur içinde yat...