
Usta hikayeci Cemal Şakar’la yazarlık serüveni üzerine sohbet ettik. 43 yıldır insanın her haliyle bizi buluşturan yazar, günümüz öyküsünün tematik anlamda daraldığını söyledi. Dedemizin yaşadığı bir dönemdeymişiz gibi yazanların sanatın kıyısına düştüğünü belirten Şakar, “Buna dair yeni bir dil bulmak lazım” dedi.
Öykücülüğe adanmış bir ömrün izlerini sürmek için Cemal Şakar’ın kapısını çaldık. Şakar, “Beyaz Gömlek” isimli ilk öyküsünü yayınladığı 1982’nin üzerinden geçen 43 yılda hem öyküleriyle hem deneme-inceleme yazılarıyla Türk edebiyatının köşe taşlarından biri oldu. “Sanat son tahlilde insanı anlama ve anlatma etkinliğidir” diyen usta öykücü, bugüne kadar insanın her haliyle bizi tanıştırdı. Öykücülüğü hakkında konuşmayı sevmeyen yazar, geçmişe dönüp baktığında, “İyi oldu, bunca emeğe değdi” diyebiliyor. Biz de “İyi oldu, iyi ki yazdınız da biz de okuyabildik” diyoruz. Ve öykülerinin analizini değil ama yazarlık serüvenini bir miktar da olsa tahlil edecek sorularımızı yöneltiyoruz.
Öykülerim üzerine açıklama yapmayı, kimi saptamalarda bulunmayı doğru bulmuyorum. Onlar yazıldı ve yayımlandı. Artık benden bağımsız olarak okur ve eleştirmenlere emanet. Ben eserin kendisini savunması gerektiğine inanıyorum; yazar istediği kadar eserini savunsun ya da açıklasın, son sözü hep eser söyler. Hayatımda birçok kırılma anlarım var, bunların en önemlilerinden birisi İstanbul’a göç etmemdir. Bu göç, öykülerime derinden yansıdı tabii ki.
YAŞADIĞIM YERLER İSİMLERİYLE YER ALDI
Bazı öykülerimde yaşadığım yerler isimleriyle birlikte yer aldı. Mekân, öykünün kurucu unsurlarından birisi. İster gerçek isterse fantastik olsun mekân öyküde mutlaka yer alır. Öyküde mekanın neresi ve nasıl olacağına tek başına karar verilemez; öykünün diğer unsurlarıyla uyum içinde olmalıdır. Ama doğal olarak öyküde bir mekân kurarken bildiğiniz yerlerden yola çıkmanın en azından pratik bir değeri var.
Sanat son tahlilde insanı anlama ve anlatma etkinliğidir; insan da toplumsal bir varlıktır. Dolayısıyla insanı anlatırken toplumu da anlatmış olursunuz; bir anlamda hayat içindeki insanı. Seçtiğiniz tip ne kadar yalnız, içine gömülü, topluma kapalı biri olursa olsun yine de toplumsal bir varlıktır. Çünkü yaşadığı kapanma topluma karşı kapanma, kopmadır. İnsanı toplumdan koparmak demek, hayattan koparmak demektir. Hayattan kopunca da zaten elimizde canlı kanlı bir insan kalmaz.
ESER ÖNDEN KURAM ARKADAN GELİR
Kuramsal birikimin öykücülüğe bir katkısı vardır elbette, ama bunun abartılacak bir katkı olduğunu düşünmüyorum. Eser önden, kuram arkadan gelir zaten. Daha çok, elimdeki enstrümanın imkanlarını tanımak; hangi duygunun ya da fikrin hangi perdeye denk düştüğünü bilmek, daha önemlisi perdeler arası mümkün kombinasyonları keşfetmek için herhalde bu düşünme çabalarım.

SANAL DÜNYANIN İÇİNE HAPSOLUYORUZ
Günümüz öyküsünün tematik anlamda daraldığını ve zihinselleştiğini düşünüyorum. Bunları gerekçelendirmek bu söyleşiyi aşar. Zaten bu konuda yeri geldikçe yazdım. Sadece şunu belirtmek isterim; giderek sanal dünyanın içine sıkışıp kalıyoruz. Buna dair yeni bir dil bulmak lazım. Çünkü dünyanın değiştiğini söylüyorsak, aynı zamanda dilin de değiştiğini söylüyoruzdur. O zaman bu dil sanat eserlerine de yansımalı. Esasen eser dediğimiz şey dilden doğduğuna göre dünya değişmemiş, ninemizin, dedemizin yaşadığı bir dönemdeymişiz gibi yazanlar çoktan sanatın kıyısına düşmüşlerdir bile.
Sanatçının kadını erkeği olmaz, iyisi ve kötüsü olur. “Kadın öykücüler çoğaldı, erkekler nerede” dediğimizde ne söylemiş oluyoruz, gerçekten anlamıyorum. Eğer gerçekten böyleyse dergi ve yayınevi yönetiminde hâlâ erkeklerin egemen olduğunu nasıl izah edeceğiz.
SENARYO YAZDIM KAYITLI DURUYOR
Zaten açık olanı açıklamaya gerek yok bence. Öykü de diğer edebi formlar gibi bağımsız bir edebi formdur. Bir kısa film festivalinde, sinemacılara bu sanatsal forma özgü bir isim bulmaları gerektiğini söylemiştim. Kısa film demeye devam ettikçe, zımnen büyüyünce esas film olacak demeye devam edeceksinizdir.
Evet yazdım, üstelik bakanlık da teşvik etti. Öylece bilgisayarımda kayıtlı duruyor.
İYİ OLDU BUNCA EMEĞE DEĞDİ
Yanılmıyorsam Mevlâna, “Keşke demek, ahmak işidir” diyordu. İyi öyküler yazdığımı düşünüyorum. Sadece benim böyle düşünmemin de bir önemi yok. Hakkımda çokça yazıldı, tezler yapıldı; -eğer gönlümü almak için söylemiyorlarsa- onlardan aldığım tepkiler de genellikle benim inancımı pekiştirecek şekildeydi. Utanç adlı son öykü kitabıma bir not yazdım, orada da mutmain olduğumu söylemiştim. Evet, keşkelerim yok. Kırk üç yıl sonra yazdıklarıma topluca baktığımda, iyi oldu, bunca emeğe değdi diyorum.
Kitap, film ve müzik, biraz uzaktan resim… Birikimlerimin hayatla sağlamasını yapmak. İlla dost sohbetleri…

BİR ÖMÜR YAZARLIK
1962 yılında Gönen/Balıkesir’de doğan Cemal Şakar’ın ilk öyküsü 1982 yılında Güldeste Dergisi’nde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Kayıtlar, Hece, Hece Öykü ve Muhayyel’in çıkışında yer aldı. Portakal Bahçeleri ve Pencere Arnavutçaya, Pencere ve Utanç Farsçaya; bazı öyküleri Korece ve Azericeye çevrildi. Esenlik Zamanları 1999 yılında TYB; Mürekkep 2012 yılında ESKADER ve Ömer Seyfettin Öykü Ödülü'nü aldı. 2016 yılında Dede Korkut Edebiyat; 2019 yılında da Necip Fazıl Hikaye-Roman Ödülü'ne layık görüldü. Şakar’ın, bir kısmı Ketebe Yayınları etiketiyle çıkan 30’a yakın kitabı var.