İnsan çalışıp çabaladığı halde yaptığı işlerin beyhudeliğini fark ettiği zaman niye kendini tedirgin ve şaşkın hisseder? Sıcak bir ekim gününde peşine düştüğüm bu soruya kafa yorarken aklıma bir yerlerde okuduğum, ama söyleyenini hatırlayamadığım bir söz geldi: “Yaratıcı etkinliklerin en insani olanı okumaktır.”
Okuyacak bir kitap bulma umuduyla elimi kitaplığa uzatırken kapının zili çaldı ve postacı elime bir paket tutuşturdu. Beklemediğim bir şeydi bu, gönderenin adına baktım: Sevinç Çokum. Yazdıklarıyla okuruna her zaman zarafetle yoğrulmuş güzellikler, insanı ve hayatı sevdiren incelikler, dostluklar, sevgiler sunan Sevinç Çokum’a minnet duygusuyla paketi açıp kitabın kapağında yazılanı okudum: İlkin Kuşlar Uyanır
Bunaldığımız zaman edebiyata sığınmanın insanı sağaltan bir gücü var. Bu tecrübeyi sıklıkla yaşayan biri olarak kitaba adını veren hikâyeyi okumaya başladım. Daha ilk paragrafla birlikte zihnimdeki tasa ve bulanıklık dağıldı, ama bu keyfi tek başıma yaşamaya içim razı olmadı. Sizi de değerli yazarımızın rehberliğindeki bu yolculuğa çağırayım dedim: Gelir misiniz?
Kapı yayınlarından İlkin Kuşlar Uyanır adıyla çıkan kitapta üç kısa, üç de uzun hikâye var: Kitaba adını veren ‘İlkin Kuşlar Uyanır’da sabahın köründe hastaneye giden anne, baba ve biri kız, öteki erkek iki çocuktan oluşan bir aileyi doktorun kapısı önünde, muayene sıralarının gelmesini bekledikleri ekranın karşısında buluyoruz. Kar serpintili, soğuk bir Mart sabahında içerinin sıcaklığıyla kemikleri ısınan insanların zihninden akıp geçen sağlık, geçim, ev idaresi, akraba ilişkileriyle dolu meselelerini paylaşıyoruz.
Aslında çok basit oldukları halde, kısıtlı imkânların çaresizliğe dönüştürdüğü hayat gaileleri, ‘İlkin Kuşlar Uyanır’daki kadınla erkeğin zihninden akan düşüncelere, hatırlayıp dertlendikleri şeylere dönüşürken ben de bir kitabı ellerimde tutmanın hazzını zihinsel bir coşkuya dönüştüren okumayı sürdürüyorum.
‘Gözleri Mürdüm’ adlı ikinci hikâye, insanla hayvan arasında kurulan bağın derinliğini koparılamaz bir sağlamlıkla ortaya koyuyor. Küçükken sahiplendiği bir tosunla birlikte büyüyen bir kız çocuğunun hayvanına beslediği sevginin tosunda da karşılık bulduğunu, karşılaştıkları olumsuz yaklaşımların ikisinde de neredeyse aynı tezahürlere yol açtığını görüyoruz. Çoğumuzun böyle bir sevgiyi, dostluğu tattığımız, neredeyse hayatımızı paylaştık diyecek kadar benimsediğimiz bir hayvanımız olmuştur. O yüzden hikâye, kaybettiğimiz sevgilere hayıflandırıyor, onları zihnimizin ve kalbimizin izleğinde yeniden yaşatıyor. Hatıraların bitmeyen hücumu yüzünden zihnimizin bulandığını, anlatılan hikâyenin bizim mi, yazarının mı olduğunu karıştırdığımızı, varoluşun şiddetiyle her yerimizin ağrıdığını hissediyoruz.
Sisler ardında kalmış uzak bir ülkeden gelen bir şarkı gibi içimizi tatlı esintilerle dolduran ‘Menekşe Çağı’nda şarkının insancıl ezgisi kelimelere bürünüp ruhumuza herkesin bildiği, ama gene de bize özgülüğüne inandığımız şeyleri fısıldıyor. Ruhumuz aşina seslerin tınısıyla alt üst oluyor.
Hasta refakatçiliğinin izin verdiği ölçüde, kantinde buluşan iki gencin, içtikleri çayların sağladığı konuşma imkânı içinde iş odaklı laflamalarıyla başlayan yakınlaşmasının tek taraflı bir umuda ya da beklentiye, sonunda da hayâl kırıklığına dönüşmesini anlatan ‘Menekşe Çağı’ bizi, kendi benliğinin ne kadar derinlerine uzanırsa uzansın hiçbir kuruntunun insanı düzlüğe çıkarmadığına inandırıyor.
Kendinden başka bir vaadi olmayan günlerde, birkaç dakikayı birlikte geçiren iki insanın hiçbir derde şifa olmayan konuşmalarını dinlerken kendimizi, o iki gencin tükettiği zamanın zihnimizde kalan tortusunu eşelerken buluyoruz. Çünkü yazar, anlattığı hikâyeye bizi de dâhil etmesini biliyor.
‘İçe Kapanmış Goncalar’ adlı hikâye az önce okuduğumuz hikâyenin kalbimizde bıraktığı ezginliği gecenin içinde kaybolan sesler gibi usulca dağıtıyor.
Hikâyenin kahramanı Rüya Atacan, radyodan yetişme, konservatuvarlı, “Sahnenin arkasında başka bir savaş var!” sözüyle hatırlanan bir sanatçı. Orta halli bir aile, memur emeklisi bir baba, kız ve erkek iki kardeşi ve Rüya. “Yok, ben öyle her yerde şarkı söylemem! Kibar yerlerdeyim hep. Seçkin insanların davetleri olur, ekstra deriz hani iyi, kaliteli bir mekân, düğünlere çağrılsam da seçerim.
Şarkı okuyacağı mekânı da dinleyicisini de kendisi seçen Rüya, hiç bilmediği insanların şatafatlı davetlerine gitse bile yabancı yüzler, doğruluğuna inanmadığı övgüler, gösterişin sırıttığı duruşlar, davranışlar yüzünden işinin gereklerine ve getirdiklerine bir türlü alışamaz, ama yine de evliliğini ayakta tutamaz. Eşinin ailesi yaptığı işi onaylamadığı için boşanmak zorunda kalır.
Aslında içinde bir dönem romanını barındıran ‘İçe Kapanmış Goncalar’ zaman, mekân ve insan anlayışımızı genişleten duygular eşliğinde bize bir dönemin anlayış ve davranışlarını, alışkanlıklarını, görgü ve modalarını samimi bir anlatımla hatırlatıyor. Okurken kalbimizi derin bir kederle kuşatan, kaybettiğimiz sevgileri, güzellikleri, hayatımızı yapan bir yığın şeyi incitmeden bize hatırlatan bu güzel hikâyenin tamamını size anlatacak değilim; çünkü “İnsan her şeyden bıkar, anlamak hariç” diyen Pessoa’nın sözüne güvenerek sizin de en azından merak saikiyle kitabı alacağınıza; yazarımızın bir zamanlar poplin mendiller, cafe glace, peşmelba gibi içecekler, S’agapo gibi şarkılarla yaşayışımızı çeşitlendiren bir yığın şeyi bir eski zaman masalına dönüştürerek anlattığı bu güzel hikâyeyi kitabından okumak isteyeceğinize inanıyorum.
Geçmişi yeniden elde etmenin biricik imkânını sağlayan sanat-edebiyat, yaşananları hafızada yeniden şekillendirerek derinleştirir, aydınlatır, zihinsel karşılığını buldurur, ama yine de dün yaşananı bugünde yeniden yaşamak, dün hissedileni bugünde yeniden hissetmek mümkün değildir. Böyle durumlarda kaybettiklerimizin değerini bize duygularımız, izlenimlerimiz, hatıralarımız hatırlatır; onlar sayesinde ne kaybettiğimizi ya da ne kazandığımızı anlarız.
‘Gökyüzü Karmakarışıktı’ adlı beşinci hikâye de bizi kayıp ve kazanımlarımız üzerine düşünmeye, muhasebe yapmaya çağırıyor:
Aramızda üzerine çil düşmüş kınalı yapıncak üzümlerini hatırlayan kaldı mı?
Gözümüzün önünde her gün şekilden şekle giren hayatımızın kofluğunu, anlamsızlığını, değişken tekdüzeliğini, görgüsüzlükle yer değiştiren âdetlerimizin vicdanlarda açtığı yaraların derinliğini bir çekiç gibi kafamıza vuran bu sorunun cevabı ‘Gökyüzü Karmakarışıktı’ adlı beşinci hikâyede.
Yalnızca aşağıda yapacağım şu alıntı bile çok şey anlatıyor:
“Ben çocuktum, zengin görmemiştim. Adabı vardı da gözükmek mi istemezlerdi”
Bugünün yiyip içtiklerinden, giyip çıkardıklarından tutun da bütün mahremiyetlerini an be an ortalığa döken insanlarının dünyasında yukarıdaki sözlerin bir karşılığı olabilir mi?
Hikâyeleri okurken anlatılan ile yaşanılmakta olan arasındaki zaman, anlayış, zihniyet, davranış farkı bir uçurum gibi aramızda beliriyor, ama yazarımız güzel Türkçesiyle, anlattıklarına kattığı dil ve anlatım lezzetiyle üzgün kalbimizi ferahlatıyor.
İlkin Kuşlar Uyanır, insanın hiç bitmesin diye dua edeceği cinsten bir hikâye kitabı. Son hikâyesi de ‘Gül Tutan Kız’
Bugünün insanının meseleleri de bugünde yaşayanlar için önemli elbette. Tıpkı fotoğrafta olduğu gibi hayat da çağrışımlara göre beliren birçok imgeyi içinde barındırır. İlk bakışta görmediğimiz bu görüntüyü bize gösteren yazardır. Anlattıklarıyla bizi, fotoğrafta perdenin ardında, dalların arasında kalan bir şeyin ansızın fark edilişi, anlamlı olanın sezilişi, imgenin ve hikâyenin gizli kalmış parçalarıyla buluşması gibi, unutup gittiklerimizle buluşturan Sevinç Çokum’a yürekten teşekkürler…
Kitapseverleri geçip giden hayatımızla, o hayatın bize yaşattıklarını, kabul ettirip unutturduklarını, bulup da kaybettiklerimizi, açıkça gördüğümüz halde dokunamadığımız gölgeli görüntülerini, zihinsel bir fotoğrafa dönüştürüp gözümüze batırmadan anlatan Sevinç Çokum’un İlkin Kuşlar Uyanır adlı kitabını okumaya davet ediyorum. Çünkü bu hikâyelerde zevk, ölçü ve incelik var.
Seveceksiniz.