Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu Diyanet İşleri Başkanı, ilim ve siyaset adamı Lütfi Doğan, Ankara Keçiören'deki İslami İlimleri Araştırma ve Yayma Vakfında (İSİLAY) talebe yetiştirme çalışmalarını sürdürüyor.
Kurucusu olduğu vakıfta eğitim faaliyetlerini yürüten Doğan, ilmi ve siyasi hayatı boyunca gönül insanlığı, nezaketi ve beyefendi kişiliğiyle önemli bir duruşu temsil etti.
Gümüşhane'nin Köse ilçesinin Salyazı köyünde 1930'da dünyaya gelen Doğan, babası Mehmet Fehmi Efendi'den Kur'an-ı Kerim okumayı öğrendi ve 1942'de dayısı Kurra Hafız Fevzi Efendi'de hıfzını tamamladı.
Dönemin önemli ilim adamlarının tedrisinde tecvid, kıraat ve Arapça gibi dini ilimleri tahsil edip icazet alan Doğan, ilk, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirdi.
Askerlik dönüşü Gümüşhane'nin merkez ilçesinin Özcan Mahallesi'nde imam hatip olarak göreve başlayan Doğan, 1954'te Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı müftülük imtihanını kazanarak muhtelif şehirlerde müftülük, müftü yardımcılığı ve vaizlik yaptı.
Ankara'daki görevi sırasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1965'te birincilikle mezun olan Doğan, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi iken Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına tayin edildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı vazifesine 15 Ocak 1968'te vekaleten atanan Doğan, bu görevini 25 Ağustos 1972'ye kadar yürüttü.
Daha sonra Milli Görüş hareketinin kurucu lideri ve eski başbakanlardan Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın daveti üzerine siyasete giren Doğan, Milli Selamet Partisinden (MSP) 1973-1980 arasında 2 dönem Erzurum Senatörü olarak görev yaptı.
1980 askeri darbesi döneminde Kirazlıdere Tutukevi'nde 8 ay tutuklu kalan Doğan, 1991'den itibaren 3 dönem Gümüşhane Milletvekili olarak TBMM'de yer aldı.
Bizim köylerde güzel bir gelenek vardır. Kış aylarında şartlar çok ağır olur. Köyümüzde 10-15 tane misafir odası vardır. Bunların hemen hemen birçoğunda mukabele okunur. Bildiğiniz gibi Kur'an-ı Kerim 30 cüzdür, her gün bir cüz okurlar ve 1 ayda hatim yaparlar. Mukabele okunurken ben de hıfzımı kuvvetlendirmek için çalışıyorum. Hacı Muhittin Efendi'nin odasında sabahları bir cüz okuyorum, ayda bir Kur'an-ı Kerim'i hatim ediyoruz. Bir kış mevsiminde 5 defa Kur'an-ı Kerim'i ezberden okuyordum, herkes elindeki Kur'an-ı Kerim'i takip ederek dinliyordu.
Köyde misafirhanelerde Hazreti Muhammed'in hayatının anlatıldığı Siretü'n Nebi (Erzurumlu Mustafa Darir'in 14'üncü yüzyılda kaleme aldığı ilk Türkçe Siyer kitabı), Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya adlı eseri, Ahmed Bican Efendi'nin Envarü'l Aşikin (Anadolu'da Müslüman-Türk kimliğinin şekillenmesinde etkili olmuş dini-didaktik eser) ve bazı tarih kitapları okunurdu. Bu kitapların gündelik işlerin tamamlamasının ardından akşam ve yatsı namazları arasında misafirhanede komşulara okunduğunu hatırlıyorum.
Netice itibarıyla Kemah Müftülüğüne 17 Kasım 1954'te başladım, 6 yıl görev yaptım. Tabii Kemah küçük olduğu için memurlar birbirini tanıyor. Sivas doğumlu İbrahim isminde bir ortaokul müdürü arkadaşımız var. 'Fetvahane' dediğimiz, resmi görevlerimizi yürüttüğümüz bir oda var. İbrahim Bey elinde bir 'Tebliğler Dergisi' ile fetvahaneye geldi. 'Müftü Bey, biliyorsunuz ortaokullarda din dersi kabul edildi. Ben bu dersi size verdirmeyi düşünüyordum. Milli Eğitim Bakanlığının Tebliğler Dergisi'nde ortaokullarda iki saat din dersinin verileceği kabul edildi ama bu dersleri vereceklerin ilahiyat fakültesi mezunu olması lazımdır. İlahiyat fakültesi mezunu bulunmayan yerlerde okulun müdürü ya da öğretmenlerden arzu edenlere de verdirilebilir.' dedi. Müdür Bey'e teşekkür ettim ama içimden kendi kendime şöyle dedim; 'Benim bilgim sınırlı ama mesela fıkıh ve akaid gibi dini ilimlerde en ileri derecede dahi olsam, elimde bugünkü şartlara göre bir diplomam olmazsa buradaki bu memuriyetle yetinebilmem gerekir. O halde ben ortaokulu ve liseyi bitirmeliyim. Eğer Cenabıhak muvaffakiyet verir ve ömür ihsan buyurursa fakülteyi de okurum'. 1958 veya 1959'un haziranında ortaokulu, Eylül 1961'de liseyi dışarıdan bitirdim."
Ankara İlahiyat Fakültesinde derslerimize birçok hoca giriyordu. Muhammed Tayyip Okiç tefsir hocamdı, 3 ve 4'üncü sınıfta tefsir ve hadis derslerine giriyordu. Okiç, Bosna'dan Türkiye'ye 1954'te gelmiş, ilahiyat fakültesinde hocalık yapıyordu. Hakikaten çok yetişkin ve tecrübeli bir insan. Allah razı olsun bizim kurumlarımız da Okiç Hoca'yı bırakmadı, o da burada kalmayı tercih etti. Okiç, 1977'de vefat edinceye kadar Ankara'daydı. En çok takdir ettiğim hocamdı. Derslerinde ve şahsiyet olarak fevkaladeydi. Hocaların hepsini takdir ediyorum. Hilmi Ziya Ülken Bey'i de takdir ediyorum. 4'üncü sınıfta 'Değerler Felsefesi' dersine giriyordu. Değerler Felsefesi kitabı çok geniş bir kitap. Diğer derslere çalıştım ama Değerler Felsefesi dersine çalışamadım. Haziranda sınava girdim fakat gece sınava çok çalışmışım. Hocanın sorduğu soruların cevabı hatırımda, gözümün önüne geliyor ama yorgunluktan lisanla ifade edemiyorum. Hilmi Ziya Ülken'in dersinden bütünleme sınavına kalınca haziranda mezun olamadım. Eylül dönemindeki bütünleme sınavına iyi hazırlandığım için bütünlemeyi geçtim. İlahiyat fakültesinden 1965'in eylülünde mezun oldum.
İki yıl kadar Ankara Müftü Yardımcılığında bulundum. Bu sırada Dr. Lüfti Doğan (Eski Devlet Bakanı ve Diyanet İşleri Başkanı) Ankara Müftülüğüne tayin ettiler. Tabii bu sırada ben Ankara Müftü Yardımcısıyım. Bir müddet beraber çalıştık. Sonradan benim müftü yardımcılığından vaizliğe tebdil (değiştirme) edildiğimi söylediler. Bu görev değişikliği tenzil-i rütbe değildi. Vaiz olmam benim için çok kolaylık. Çünkü vaazımı yapıyorum, işim bitiyor. Ondan sonra derslerime çalışıyorum, evimde kalıyorum. Bu görev değişikliği dolayısıyla o dönem Diyanet İşleri Reisi olan Hasan Hüsnü Erdem Hocaefendi'ye teşekkür edip elini öpmek için gittim. Hasan Hüsnü Erdem Hocaefendi'ye, 'Efendim çok teşekkür ederim beni vaizliğe nakletmişsiniz.' dedim. Hasan Hüsnü Erdem Hocaefendi, 'Ne demek?' dedi. Benim görev değişikliğim için çok üzüldü. Anladım ki bu görev değişikliği hocaefendinin bilgisi ve haberi dahilinde yapılmadı. Bu defa söylediğime de çok mahcup oldum çünkü adam üzüldü. Daha sonra hocaefendinin elini öptüm, 'Bu görev değişikliği benim için çok daha iyi. Siz dua buyurun.' dedim ve makamından ayrıldım. Görevi sona erdikten sonra evinde de ziyaret ettim kendisini."
Diyanet İşleri Reisi İlmi Muavinliği görevine başladım. Bir yıl kadar bu görevi yürüttüm. Fakat bir gün benim hiç haberim yok. Bir şeyle meşgul oluyordum. Özlük İşleri Müdürü arkadaşımız geldi, 'Hocam duydun mu? Seni Diyanet İşleri Reisliğine getirdiler.' dedi. 'Reisimiz (Ali Rıza Hakses) var ya!' dedim. Allah biliyor, hiç bilgim yok. Özlük İşleri Müdürü, 'Hocamızı emekli yapıyorlar.' dedi. Gözlerimden yaşlar döküldü. 'Hocaefendi bana ikramda bulundu, reis yaptı. Şimdi onu alıyorlar beni onun yerine koyuyorlar.' dedim. Allah biliyor, bu durum bana çok ağır geldi. Belki başka bir şeyde insan sevinir ama ben orada Allah biliyor çok üzüldüm, ağladım. Elimde değil, Hocaefendi görevi devretti. Demek ki kaderde varmış. Aşağı yukarı 4,5 yıl devam eden görevimiz bitti, başka bir arkadaş göreve başladı."
20 Ekim 1973'te seçim yapılacak ve muhtelif partiler var. Merhum Süleyman Demirel başbakandı. Bir gün Sıddık Tivnikli Bey isminde bir zat-ı muhterem Yenimahalle'de evimi ziyarete geldi. Sıddık Bey kendisini tanıtıp 'Erzurumluyum.' dedi. Erzurumlu Sıddık Bey, fakirhanemize gelip hal hatır sorduktan sonra, 'Benim sizden bir ricam var. Biliyorsunuz Milli Selamet Partisi (MSP) kuruldu. Ben MSP'nin Erzurum İl Başkanıyım. Sizi Erzurum'dan milletvekili olarak parlamentoya göndermek istiyoruz.' dedi. Kendisine teşekkür ettim, 'Bu hizmet çok önemli ve büyük bir hizmet ama bende siyaset sahnesine katılacak o hazırlık yok. Siyasetle ilgili de şimdiye kadar bir şey düşünmemiştim kendim için ama siyaset çok mukaddes bir görev. Siyaset, Allah'ın rızası için hak ve adalete dayanıp, bilimsel olarak insanların hak, hukukuna saygı göstermek ve onların haklarını koruyabilecek meşru tedbirleri almaktır. Bunun için siyaset çok mukaddestir. Ben bunu biliyorum ama siyasette yer alacak bir hazırlığım yok. Size ilginizden dolayı çok teşekkür ederim.' dedim. Sıddık Bey gitti, birkaç gün sonra benim MSP'den milletvekili olmam konusunda aynı düşüncede olan başka arkadaşlarla geldi. Onlara, 'Sizi beyanınızdan dolayı tebrik ediyorum ama benim bu durumda böyle bir şeye hazırlığım yok. Mutlaka bu kutsi göreve çok daha iyi birisini bulmanızı düşünüyorum.' dedim.
Bu defa Sıddık Tivnikli Bey, İstanbul'a gidiyor. İstanbul'da benim tanıdığım, bildiğim çok hürmet ettiğim birkaç arkadaşı derleyip getiriyor. Cuma günü Cebeci Camisi'ne derse gideceğim. Dersten 1,5-2 saat evvel bir de baktım ki Sıddık Bey ile 4-5 kişi geldi, durumu anladım. Küçücük bir misafir odamız var. Onlara, 'Siz böyle buyurun, konuyu da anladım. Siz benim hayatta en çok sevdiğim kardeşlerimdensiniz, Sıddık Bey de öyle. Benim siyaset konusundaki düşüncelerimi Sıddık Bey biliyor, size aktarsın ama siz ne karar verirseniz ben ona riayet etmek zorundayım. Çünkü siz benim her yönden takdir ettiğim, itimat ettiğim, hak üzere hayat sürdüğünü bildiğim arkadaşlarımdansınız.' dedim, sonra oradan ayrıldım. Siyasete girmemi teklif etmek için gelenlerden biri Osman Nuri Çataklı (eski Vakıflar Genel Müdürü), yakın zamanda vefat etmişti. Netice itibarıyla 'Biz konuştuk, takdir ettik, böyle karar verdik.' dedi. Ben de 'Karar verdiniz mi? Allah'ım hayırlı eylesin.' dedim. Bu görüşmeden sonra onlar gittiler.
Bir müddet sonra bir akşam merhum eski bakanlarımızdan Süleyman Arif Emre ziyarete geldi. Süleyman Arif Emre, Milli Nizam ve Milli Selamet partilerinin kurucularından, iyi bir hukukçudur. İlk kez yüz yüze tanıştım, gıyabında tanıyorum. Süleyman Arif Emre Bey gelip, 'Dilekçenizi istiyorum.' dedi. Dilekçeyi yazdı, imza attım. Böylece Milli Selamet Partisine üye olduk. Beni Erzurum'a gönderecekler. Erzurum'un seçimde 9 milletvekili ve 3 senatör kontenjanı var. Dokuz milletvekilinin birinci sırasına İstanbul'da ikamet eden Korkut Özal Bey'i, ikinci sıraya Dr. Zekai Yaylalı Bey, üçüncü sıraya ise Kurra Hafız Yahya Akdağ Bey'i (eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın babası) yazdılar. Liste bu şekilde oluşturuldu.
Bütün maksadımız insanlarımızın bir bütün olması. Tabii siyaset çok ulvi bir hizmettir. Siyaset, hak ve adalete dayanıp herkesin hukukuna kendi hukukun gibi saygı gösterip kendi gösterilmesini beklediği şefkati, merhameti bütün insanlarımıza da göstermektir. Siyaset çok değerli ama o kadar kolay değil. Herkesi kucaklamak kolay değil, farklı düşünceler var. Elhamdülillah yine biz aynı düşüncedeyiz, bütün müminler birbirinin kardeşidir, biz bunu biliyoruz. O halde bu ülkenin evlatlarının hepsi birbirinin kardeşidir. Birbirini incitmeden yardımcı olmak, iyilikleri güzellikle söylemek, bir yanlışlık olursa, 'Öyle değil de böyle yapmak daha güzeldir. Bunu yaparsanız daha iyi olur, diğer seçeneğiniz sizi zarara yöneltir.' demek yerinde olur.
20 Ekim 1973'te senatör olarak seçildim. O dönem Mecliste senatörlük görevi 6 yıl sürüyordu. 6 yıl sonra 1979'da partililer, 'Sizi senatör göstereceğiz.' dediler. Ben de 'Bizi bağışlayın, affedin. Diğer arkadaşları görevlendirin.' dedim ama Ekim 1979'da ikinci kez Erzurum Senatörü olarak Meclise girdim. Senatörlük görevimde aşağı yukarı 1 yıl dolmak üzereydi, bildiğiniz gibi 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. O darbede ben ve partideki arkadaşlarımız Ankara'daki Kirazlıdere Hapishanesi'nde tutuklu kaldık. Darbe olduğu için durum çok sıkıntılı. Yüksek Mahkeme tarafından 1986'da 'Herhangi bir yanlışlık olmamıştır.' denilerek beraat kararı verildi. 1986'ya kadar kadar tutuksuz yargılandım. Ben 8 ay, diğer arkadaşlar 11 ay kadar tutuklu kaldı. Benimle beraber 10 kişiyi bıraktılar. Çünkü 24 kişi kadar tevkif edilmiştik. Sıkı yönetim mahkemesi, benimle beraber 10 kişiyi tutuksuz yargıladı. İhtilalden 11 ay sonra hapishanede kalan merhum Necmettin Erbakan Hoca, bakanlar ve diğer kardeşlerimizi de tutuksuz yargıladılar. Bu yargılanma 6 yıl devam etti. 1986'da da beraat kararı verdiler, hepimiz beraat etmiş olduk.
Umremizi yaptıktan sonra Mekke-i Mükerreme'deyiz. Cidde'den Racihi isimli bir zatı muhterem, bir akşam vasıta göndererek bizim 20 kişilik ekibimizi misafir etmek için aldırdı. Hane sahibinin bahçesinde yemekten sonra akşam namazını kıldık. Hane sahibi ayağa kalktı, 'Aziz misafirler, hepinize çok teşekkür ediyorum. Beni sevindirdiniz, Cenabıhak da sizi sevindirsin. Şimdi benim adıma Prof. Dr. Muhammed Kutub konuşacak.' deyip hemen oturdu. Hatta ev sahibi bu ziyarete Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Bey'i de davet etmiş, o da oradaydı, yan yana oturuyorduk. Yalçıntaş Bey zaten orada üniversitede öğretim üyesiydi. Bu toplantıda üniversitede öğretim üyesi, aslen Mısırlı olup Suudi Arabistan'daki üniversitede görev yapan eğitimci Prof. Dr. Muhammed Kutub ayağa kalkıp şunu söyledi; 'Ben istiyordum ki ilim adamlarını dinleyip, istifade edeyim. Fakat hane sahibi bize konuşma görevini emanet etti'. Kutub, Arapça konuşuyor, ben de Arapça bildiğim için çok edibane konuştuğunu anlıyorum. Güzel bir edebi giriş yaptıktan sonra, 'Son yüzyılda Allah Teala, İslam ümmetine hizmet etmeleri için iki kulunu ihsan buyurdu. Bunlardan birincisi, Birinci Cihan Savaşı'ndan evvel, ikincisi, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra geldi. Birinci Cihan Savaşı'ndan önce gelen Sultan İkinci Abdülhamid Efendi'dir, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra sadece Türkiye'miz değil İslam toplumuna hizmet etmek üzere Necmettin Bey kardeşimizi ihsan edildi.' dedi. Tabii bu sözleri dinleyince fevkalade duygular hissettim, 'Bu kadar uzakta bulunan bir mümin kardeşimiz, devlete hizmet sorumluluğunu taşıyan bu şahısları takdirle karşılıyor, biz gereği gibi takdir edemedik.' diye bir düşünce içimden geçti."
İslam; barış, iyilik, kardeşlik, insanın değerini insanlığa bildiren yüce bir dindir. Dinimizdeki görevler de bizi tertemiz bir hayat yaşamak, insanlığın bütününün iyiliğini düşünmek, insanlığa iyilik dileğinde bulunmak ve sulh içinde yaşamak için vardır. Ancak şunu da bilmemiz lazım, İslam'a düşmanlık yapanlara karşı yeri geldiğinde cihat görevimizi de unutmamamız lazım. Yani cehalete karşı, cehaleti gidermeye, cehaleti bertaraf etmeye çalışacağız. Cehaleti ne ile bertaraf edeceğiz? Gerçek ilimle... 'İki kere iki dört eder.', bu nasıl kesin bilgiyse, aklıselimle hemen onun, hakikatin kendisi olduğunu kavrıyorsak İslamiyet de böyledir. Bunu kavradığımız, bildiğimiz, yaşadığımız takdirde, güzel yaşayışımızla, temiz yaşayışımızla, kardeşliğimizle, İslam'ın dışında olanlar, İslamiyet'in manevi bir güneş, gecesi ile gündüzünün aydınlığının eşit olduğunu bilen düşmanlar da takdir ederler.
Burada şunu söyleyelim; terör vesaire İslam düşmanları tarafından icat edildi, Müslümanları huzursuz etmek için çıkarıldı. İslam düşmanlarının kandırabildikleri o teröristler, bu ülkede çıkıyor ki bunları dış güçler, şer güçler kandırıyor. Yoksa ana-baba Müslüman, İslamiyet'i seviyor. Müminlerin hepsi birbirlerinin kardeşidir. Müslümanlar şu gerçeğe aşinalık durumundadırlar ki bütün insanlar ya dinde kardeşimizdir yahut yaratılışta bir eşimizdir. Dinde kardeşimiz olan bizim gibi her türlü haklarına sahiptir. Yaratılışta bir eşimiz olan insanları da insan olarak düşünür, onların hakkına, hukukuna Allah'ın emrine uygun saygıyı gösteririz, yeter ki İslam'a ve insanlığa zarar vermesinler. Konu bundan ibarettir.
İslamiyet şunu öğretiyor, bütün insanlar doğduğunda İslam fıtratı üzerine doğarlar. Bir yönüyle 24 ayar altın gibidir ama sonradan ana baba veya çevre veya İslam düşmanları fırsat bulduğunda insanı, İslam'dan mahrum bırakıyor. Tabii burada da Müslümanların çok uyanık olmaları lazım. Beşikten mezara kadar faydalı bilgiyi tahsil edip kardeşçe Kur'an'ın emrine göre yaşayıp insanlığa faydalı olma prensibimizi hayatımız boyunca sürdürmeliyiz."