
Canımdan aziz kârilerim merhaba,
Bu ara havalar bozuk, sıcaklık sıfırın tahtında. “Kar yağıyor üstümüze inceden,” diyen güzel şair ne hoş söylemiş. Fakat serde memleket sevdası var; şairlik zaten şiârım. Çocuklara dedim, toparlanın, Sıvas’a gidelim.
Kar demişken, fikrimize hücum eden Cenap’ı unutur mu insan! Hâsılı güzel âdem idiler eskiler. Yaşarken de inceydiler, ölürken de. Muvafık istiare bulacağız, vezni münasip düşüreceğiz diye haftalar, aylar, hatta yıllarca düşünen nice ulu şairi vardı memleketin.
Şimdi içinizden, derdi nedir Baba Rüstem’in, yine karnından konuşuyor ihtiyar, dediğinizi duyar gibiyim! Yahu insan hüsn-i zann sahibi olur, bu ne nahvet, bu ne cüret, bu ne hadnaşinaslık! Neyse, insan yaşlanınca huysuzlaşıyor. Derdimi diyeyim de sizi dahaca günaha sokmayayım.
Geçen İrfan Saim’in yazısını muhakkak siz de gördünüz; memleketin on yıllardır ilim ve irfanına ocaklık eden İSAM için çekilen film hakkında yazmış. Herifçioğlu bir edebiyat şöleninde, bir film seyrinde, bir ayş u tarâbda. Hâsılı, neymiş efendim, filmi çeken genç oğlan “ilim ve irfan ve tabii İSAM deyince akla gelen enderu’n-nevâdir zevâttandır İrfan Efendi, ondan bir İSAM mütalaası almazsam dokümanter muhakkak nâ-tamam olur” filan diye İrfan’ın kapısını çalmışmış, o da kamera ışıklarından, sözümona şaşaadan pek haz etmem diyerek reddetmişmiş, “sen filmi çek hele yavrum, bitince bakalım” demişmiş.
Tabii, oğlan musır çıkmış. Filmi tez zamanda ikmal edip sahnelenmeden önce bir de hazret(!) görsün diye montaj biter bitmez damlamış İrfan’ın meygedesine. Efendi ön-gösterimi seyrederken ben kulunuzu görmüş. Muhakkak kitaplıkta uzun bir mütalaanın ardından İSAM bağçesinde azıcık teneffüse çıkmışımdır, iki nefeslenirken dahi dostlarla birtakım mesâilin arîz ve amîk halline dalmışımdır, ne olacak. İrfan-ı mestân beni ekranda görünce, bu herifin ne işi var böyle bir filmde, bu ancak çaya çorbaya gelmiştir, çalışmak ne bilir bu, falan fistan diye nâ-hak bin türlü türrehat yumurtlamış. Filimci oğlan da nâ-çâr silmiş sahneleri. Öyle ya, insan azıcık edebiyatçıyım havasına girince yine şuarâdan Lazoğlu bir âdemin dediği gibi, “aksi, nalet” bir şey olup çıkıyor. İrfan’a bulaşmaktansa çalıyı dolaşayım demiş zavallı çocuk, silmiş benim sahneleri.
Yahu bak yine benim asabımla oynayıp bu sütunlarda ilm ü irfanın en veciz numuneleriyle buluşturduğum kâriîn-i kirâmımın hakkına girdin İrfan, ahh İrfan!
Hâlbuki bu ay ben, cedd-i a‘lâmın Mora’dan göçüp yurt bellediği Sıvas’a nasıl gittiğimi, yıllardır bir “büyük şehre muhaceret” illetiyle boğuşup her geçen gün nüfusunu kaybeden aziz memleketimde hemşehrilerimi nasıl irşâd ettiğimi, onlara bu “kara toprağın” ne kadar mümbit olduğunu hangi latif cümlelerle ifham ettiğimi anlatacaktım; “kafe” dedikleri moderen pinlikleri doldurup türlü beyhude gulgulelerle şehrin âfâkını doldurmak yerine muhtelif mıntıkalara dağılan sahaf esnafını ziyaret edip nasıl keyifli ve leziz sohbetler edebileceklerini, dahası şehrin ziraat ve sanayiinin terakkisi içün neler yapabileceklerini ne şekilde izah buyurduğumu filan söyleyecektim. Fakat işte İrfan…
Ders alır mı bilmem, fakat öyle demiş bir yeni yetme şair:
“İnsan ol insanoğlu, sen eyleme tekebbür. İltica et Rahman’a kendin eyle tefekkür…”