TRT Ortak yapımı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü yapım destekli “Bir Tutam Karanfil” filmi geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. Bir Tutam Karanfil Musa Dede ve torunu Halime’nin içsel yolculuğunu resmederken, izleyiciye savaş, ölüm ve aidiyet üzerine bir hikaye sunuyor. Kovid-19 salgını sırasında tedbirlerin sürdüğü dönemde çekilen, 12 Punto TRT Senaryo Günleri Ortak Yapım Ödülü sahibi Bir Tutam Karanfil, yaşlı mülteci Musa’nın, ölen eşinin cenazesini kendi ülkesine götürme çabasına odaklanıyor. Görüntü yönetmenliğini Barış Aygen’in yaptığı dram filminin senaryosunu Büşra Bülbül kaleme alırken yapımcılığını Halil Kardaş’ın üstlendiği filmin yönetmen koltuğunda da Bekir Bülbül oturuyor. Oyuncu kadrosunda ise Demir Parscan, Şam Şerit Zeydan ve Bahadır Efe yer alıyor. Yapım, 28. Tetouan Akdeniz Film Festivai’nde “En İyi Film”, 27. Sofya Film Festivali’nde “Jüri Özel Ödülü”, 42. İstanbul Film Festivali’nde ise “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini aldı. Yeni Şafak Pazar olarak filmin yönetmeni Bekir Bülbül ve senaristi Büşra Bülbül ile konuştuk.
Yönetmen Bekir Bülbül, Bir Tutam Karanfil’in savaşta anne-babasını kaybetmiş bir kız çocuğunun, dedesiyle bir başına kalması ve savaşın halen hüküm sürdüğü topraklara ninesinin cenazesini taşıma çabalarını anlatan bir yol filmi olduğunu söylüyor ve filmi şu sözlerle anlatıyor: “Halime, akli melekelerini kaybetmek üzere olan dedesi Musa ile birlikte amansız bir yolculuğa çıkmak zorunda kalmıştır. Çünkü Musa, vefat etmeden önce karısına verdiği sözü yerine getirmek üzere karısının cenazesini ülkesine götürmeye karar vermiştir. Beş parasız çıktıkları bu yolda taşıdıkları yük ise ağır bir tabuttur. Yoldan geçenler tabut taşıyan bu iki mülteciye her ne kadar şüpheli gözlerle baksalar da ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışırlar. Fakat tabut, bu ağır yol şartlarına dayanamaz ve sabır taşı gibi çatlamaya ve kırılmaya başlar.”
Filmin çıkış sürecinin dedesinin vefat etmeden önce memleketine gitmek arzusundan doğduğunu söyleyen Bülbül, “İnsanın yaşlandıkça doğduğu topraklara olan özlemi, arzusu, her ne şartta olursa olsun oraya dönme meyli her zaman ilgimi çekmiştir” şeklinde konuşuyor. Bülbül, daha önceleri “Bulgur Değirmeni” adlı bir belgesel çektiğini ve köydeki ihtiyarlara ölümü sorduğunu söylüyor. Bülbül, orada aldığı cevaplardan birinin kendisini derinden etkilediğini dile getiriyor. Bülbül, “İhtiyarlardan biri ‘Orası bizim öz vatanımız, gitmek için sabırsızlanıyorum’ demişti. Rahmetli dedemle olan zahiren soğuk fakat hakikatte sıcak olan dede-torun ilişkimiz ve onu kaybetmiş olmanın verdiği hüzün de bunun üzerine eklenince böyle bir hikaye yazmaya karar verdik. O süreçte ülkemize yoğun mülteci akımı vardı ve böylece senaryoyu bunun üzerine şekillendirdik. Derinlerde ise insanın dünya üzerindeki yolculuğu ve bununla beraber bir beden (ceset) taşıyor olması ve bunu son durak olan sınıra kadar taşımakla mükellef olması bizim ilham kaynağımız oldu diyebilirim” sözleriyle anlatıyor.
Filmde Halime karakterini oynayan Şam Şerif Zeydan’ın gerçekten savaş görmüş bir kız çocuğu olduğuna dikkat çeken Bülbül, “Her haliyle ve tavrıyla bu durum filme yansıdı ki set esnasında birçok defa set ekibini ağlatmıştır” sözleriyle anlatıyor.
Filmin senaristi Büşra Bülbül ise üzerine savaşın gölgesi düşmüş Musaları ve Halimeleri anlatmak istediklerini ifade ediyor ve “Ben Halime karakterine odaklandığımda onun sessizlik içinde kaldığını ve tek isteğinin güneşli günlerde evinde olmak istediğini gördüm. Aynı Filistin’de yaşamaya çalışan Halimeler gibi sessizlik içinde oluşunu… Kendi memleketinden korkmasını, Halime’nin duygularını göstermeyi istedik uzunca” sözleriyle filmi anlatıyor.
Büşra Bülbül, sokakta yürürken karşılaştığı bir andan etkilenerek senaryonun şekillendiğini dile getiriyor ve ekliyor: “Yaşlı bir mülteci derme çatma bir dükkanda dertli dertli oturuyordu, gözlerindeki bakış çok etkiledi beni ve düşündürdü tabii acaba ne düşünüyordu diye eşim Bekir’e sordum. Dedenin hissettiği aynı duyguyu o adam da hissediyordur mutlaka ama bunu ifade edebilecek ne durumu var ne de memleket özlemini unutmaya mecali. Kendi yurdu olmayan bir yerde, başkasının verdiği eşyalarda ve yine kendine ait olmayan bedende nefes almaya çalışıyordu sadece. Bu dünyada ki kulluk görevini kendi topraklarında bitirmek istiyordu aynı Bekir’in dedesi gibi. Sonra hızlıca yazmaya başladık, senaryo yazımı hızlı bitti ama hikayenin şimdi ki halini bulması 4 seneyi buldu.”
“Bekir, Musa karakterine odaklanırken, ben Halime üzerine yoğunlaştım” diyen Büşra Bülbül, “Onunla empati yapmaya çalıştım. Çocukluğumdaki Büşra, bana çok yardımcı oldu” ifadelerini kullanıyor. Bülbül, “Duygularımızın ortak oluşunu ve vereceğimiz tepkilerin aynı olacağını fark ettim. Tabii ki Halimeyi doğrudan anlamam imkansızdı. Hiçbir zaman o Büşra Filistin’deki, Suriye’deki, Ukrayna’daki o Halime olmadı… Tek ortak yanları sadece çocuk oluşlarıydı ve o çocukluk duygusuyla ilerledim ama Halime bu yolculukta çocukluğunu yaşayamadan büyümek zorunda kaldı ne yazık ki... Cenaze Halime’nin de omuzlarındaydı çünkü. Oyuncak Atı’nın tekerlekleri değil çocukluğu taşıyordu o tabutu” diyor. “Halime gerçek Suriyeli bir mülteci” ifadelerini kullanan Bülbül, “O yüzden film boyunca Halime’nin psikolojisini düşündüm. Her ağladığı sahnede içim parçalanıyordu. Özellikle tabuta girme sahnesinde çok korktu. Orada hepimizin oluşu bile onu rahatlatmadı. O sahne çünkü rol değildi onun için. Bunun çok net farkındaydı. Hepimizin bir gün o tabutta yolculuk yapacağını çok küçük yaşta öğrenmişti maalesef” diye anlatıyor.