Bir insanın kişiliği, karakteri, dünyaya ve diğer insanlara davranış biçimleri yetiştiği aile, muhit ve iklimde şekillenir. Son yıllarda sıkça kullanılan ‘iklim krizi’ ifadesi dünyadaki fiziksel değişimler için kullanılsa da toplumsal hayatımızda da çok ciddi boyutlarda bir iklim krizi yaşanıyor. Özellikle pandemi döneminde hem yaygın hem sosyal medyada sıklıkla karşımıza çıkan sözlü tarih çalışmaları bu gerçeği bir kez daha net bir biçimde gözler önüne serdi. Bugün 60, 70’li yaşlarını sürmekte olan nesillerin aile hikâyeleri, yetiştirilme tarzları, terbiye metodları, büyük ailede hayatı tanımanın getirdiği tecrübeler bugün neyi kaybettiğimizi fark etmemiz açısından büyük kıymet taşıyor.
Nuriye Çakmak Çelik’in GZT için gerçekleştirdiği ‘Doğduğum Ev’ başlıklı sözlü tarih röportajları da okuru toplumun değer verdiği, kanaat önderi olarak benimsediği isimlerin çocukluk ve gençlik hatıraları eşliğinde sosyolojik anlamda yaşadığımız değişimin ve iklim krizinin neleri elimizden aldığını görmeye çağırıyor.
Sosyal medyada büyük yankı uyandıran röportajlar yakın zamanda Ketebe Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Mim Kemal Öke, Nurullah Genç, Hayati İnanç, Yavuz Bülent Bakiler, Ömer Tuğrul İnançer, Teoman Duralı, Ekrem Kızıltaş, Hayrettin Karaman, İbrahim Uğurlu, Hasan Aycın ve İsmail Hakkı Aydın doğdukları evden başlayarak yetiştikleri ortamı, aile ilişkilerini, çocukluk hafızalarında kayıtlı kalan anları ve anıları büyük bir içtenlikle anlatıyorlar bu söyleşilerde.
Soru sormak, röportaj yapmak, muhatabında güven uyandırıp doğru sorulara gerçek cevaplar alabilmek pek kolay değildir. Gazetecinin dersine iyi çalışması, ayrıntılara vâkıf olması kadar mahremiyet ölçülerine riayet ederek muhatabının kendi istediği sınırlar dahilinde özelini açmasını sağlamak da maharet ister. Nuriye Çakmak Çelik bu noktada doğru soruları sorarken iyi bir dinleyici olarak da muhataplarının hayat hikâyelerini çok güzel bir seyir içinde okurla buluşturmuş. Elbette bu yaşanmışlıklar içinde o dönemlere dair öz eleştiriler, eksikliği, yoksunluğu duyulan haller de var.
Sözgelimi anne üzerine en çok şiir yazan şairlerimizden biri olduğu hatırlatılan Yavuz Bülent Bakiler, ‘Babalar ile ilgili bir eseriniz oldu mu’ şeklindeki soruya şöyle cevap veriyor:
“Babamla ilgili bir tek şiirim olmadı. Çünkü babam İslami bilgiler bakımından çok zengin muhtevaya sahip olmasına rağmen İslam’ın emrettiği bir sistem içerisinde değildi. Yani babam benimle konuşmuyordu terbiyem bozulmasın diye. Bu dünyanın en yanlış terbiye sistemidir. Benim yaşımda olan kimseler de aşağı yukarı bu terbiye sistemi içerisinden geçmişlerdir. Babam bizim evimizde bir general hüviyetindeydi. Biz de onbaşı seviyesindeydik. Ben herhangi bir meselemi doğrudan doğruya babama anlatamazdım. Anneme söylerdim, annem babama söylerdi, babam cevabını anneme verirdi. Böyle terbiye sistemi olmaz. Böyle baba-evlat münasebeti olmaz. Belki şaşıracaksınız ama bütün mukaddesatım üzerine yeminle söylüyorum; televizyon, radyo konuşmalarım oldu, Sivas’ta siyasi hayata atıldım meydan konuşmalarım oldu. Babam bütün bu konuşmalarıma şahit oldu. Ama bu konuşmalardan bir teki hakkında bana tek cümle söylemedi. Niçin? Terbiyem bozulurmuş babam bu konuda kanaatlerini bana söyleyince.”
‘Ben ikinci Hasan’dım. Ödünç bir isimle yaşadım’ diyen Hasan Aycın’ hazin bir hikâyenin içine doğuyor. İki buçuk yaşındayken vefat eden ağabeyinin adını taşıyan Aycın’ın çocukluk yılları da sağlık problemleri ile geçiyor. Ancak bu durum onun iç dünyasını zenginleştiren ve derinleştiren bir rahmete dönüşüyor. Yürüyemeyen, arkadaşları ile koşup oynamayan, hareket edemediği için nerede bırakılırsa orada kalakalan hatta unutulan Hasan, bakmayı ve görmeyi işte o dönemlerde öğreniyor. Şöyle anlatıyor Nuriye Çakmak’a o günleri: “Günün meşgaleleri içerisinde unutulduğum oluyordu arka bahçemizde. Çok sonra fark ettiklerinde gece gelip alıyorlardı. Bir yere gitme şansım da yoktu. Ama şu vardı. Oradan bakıyorsunuz her şeye. Olduğunuz yerden her yere ve her şeye. Dünyaya ve ahirete, gökyüzüne. Efendim, görünen alemin ötesine hep oradan bakıyorsunuz. Sonra bunun ne büyük bir zenginlik olduğunu gördüm. Şunu fark ettim; bütün gün batımlarını izledim ben çocukluğumda. Sonra kendi kendime dedim ki, ‘Ya ne kadar şanslıyım. Dünyada bütün gün batımlarını kaçırmadan izleyen bir Allahın kulu yoktur herhalde.’ Gün geldi bir roman yazmak zorunda kaldığım zaman Sahip Kıran’da bir günbatımı metaforu vardır. Köyümüzden başlar, benim ilk adımlarımı attığım yerden başlar roman.”
Ömer Tuğrul İnançer’le yapılan röportaj ise Bursa’nın bir dönem nasıl bir manevi ve kültürel iklime sahip olduğunu hatırlatıyor okura. Tuğrul İnançer, o iklimin önemli şahsiyetlerinden biri olan dedesinin kendisi üzerindeki etkisini şu cümlelerle özetliyor: “Çok güzel bir öğreti sistemi vardı. Mesela tezgahta dokurken bana ilmihal okuturdu. Ömer Nasuh Efendi’yi çok severdi, ben de onun sayesinde Ömer Nasuh Efendi’yi çok sevdim. Eve misafirler geldiğinde gençleri, yeni yetişmekte olanları enterese edecek mevzular konuşurlardı. Sonradan ben bunları idrak ediyorum. Ben öğreneyim diye konuşuyorlar. Bilmedikleri şeyler değil. Ama oturup ders vermiyor. Bir şey okumadığım zaman trikotaj tezgâhını ‘Hasbi rabbi cellallah, mafi kalbi gayrullah, nur Muhammed sallallah, la ilahe illallah’ diyerek işliyor. Böyle yetiştirdi bizi.”