Şehir değiştikçe insan bulunduğu yerin şeklini alamıyor. Eski İstanbul’un çeşitli semtlerindeki çay bahçesi, park ve kafelerde buluşan, not alıp kitap okuyan edebiyatçılarımız kafa dinlemek için ya eski mekanları tekrar ziyaret ediyor ya da kendilerini İstanbul dışındaki kır kahvelerine, bahçelere atıyorlar. Türk edebiyatının önde gelen edebiyatçıları Ali Haydar Haksal, Cahit Koytak, Feridun Andaç, Hüsrev Hatemi, Oktay Taftalı, Sevinç Çokum ile İstanbul’daki mekanlarını ve şehrin yıllar içindeki değişimini konuştuk.
İstanbul’a 1974’te gelen yazar Feridun Andaç, “Gençlik çağıma rengini vermiştir” dediği Ortaköy’de yaşamaya başlamış. Andaç o günleri şöyle anlatıyor: “İstanbul’u keşfetmeye buradan başladım. Ortaköy keşfetmenin ötesinde bir kentte yaşama duygusuyla, bir semtte soluk alıp, var olmanın anlamını kavrattı bana. Çünkü çok kültürlü, çok kimlikli, çok sesli yaşamak düşüncesini, duygusunu burada kavradım diyebilirim. Bu semt bana bir yerin rengi, kokusu, duygusu, ezgisi olabileceğini hem hatırlattı hem de yaşattı. Belleğimin bir parçasına dönüştü. Bugün Dereboyu Caddesi’ni, Portakal Yokuşu’nun yamacını adımlamayı yalnızca özlemiyor, oralardaki her bir evin avluya açılan eşiklerinden adeta gözlerimin izini geçiriyor gibi oluyorum.”
Ortaköy sayesinde Boğaziçi, Beşiktaş ve Beyoğlu’nu keşfettiğini belirten Andaç, kısa bir süre Fındıkzade’de oturup sonrasında sırayla Moda, Suadiye, Anadoluhisarı, Alemdağ’a geçmiş. İstanbul’un farklı algıladığına değinen yazar Andaç, “İstanbul, alışınca kopulup gidilemeyen bir umman. Kentin bu denli yağmalanması, artık burada kendini bir yere / bir semte ait hissedememek beni daha dış’a , İstanbul’un ötelerine taşıdı. Bu kez, her gün, neredeyse, köyden kente taşınır oluyorum. Artık yaşayan İstanbul’u değil, gelinip gidilen; bazen de geçilen İstanbul’u yaşıyorum. Çünkü kendimi artık bu kente ait hissetmiyorum” ifadelerini kullanıyor.
BAŞIMI ALIP KIR KAHVELERİNE GİDİYORUM
Yazar Feridun Andaç, İstanbul’un belleği dediği bazı semtlere sık sık uğruyor, yazı yazıp kitap okuyor. Rumelihisarı’ndaki Kale Çay Bahçesi, Emirgân’daki Çınaraltı kahveleri, Taksim’deki Gezi Pastanesi, Tünel’deki Welldone, Lebon Pastanesi, Alman Kitabevi’nin cafesi, Fıccın bu mekanlardan bazıları. Kadıköy’deki Cafe Shop’un arka bahçesini ise bir çalışma evi olarak görüyor. İstanbul’da uğradığı mekanlar ve burada tanıştığı, görüştüğü insanları sorduğumuz Andaç, şu özetle karşılık veriyor: “20’li yaşlarımda Sait Maden’le Babıali, Sirkeci, Eminönü çevresindeki mekânları keşfettim. Bunların sonuncusu Sirkeci Gar Lokantası’ydı, ki onun yitiminin öncesindeki son iki yılda neredeyse her hafta Cuma öğlenleri sohbet etmek ve yemek yemek için orada buluşurduk. O iyi bir gurmeydi aynı zamanda. Attilâ İlhan İstanbul’u mekân tutalı beri Elmadağ Divan, öncesinde Taksim Gezi’deki kahveler, sonra The Marmara. Ki burada Orhan Duru, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Füsun Akatlı buluşmalarımız olmuştur sıklıkla. Bir zamanlar da Moda’da Buket Uzuner, Mario Levi ve Cem Mumcu’yla ayda bir toplanır yemek yerdik. Moda Çay Bahçesi Kadıköy’deki mekanlarım arasında. Bir de alıp başımı gittiğim kır kahveleri vardır İstanbul’un. Ömerli’de Paşamandıra Köyü’ndeki Selim’in Yeri’nde ağaçların duldasında, Riva deresinin hemen kıyısında o uğuldayan İstanbul’dan uzak ama bu kentin köylerine dönük bir zamanı yaşarım.”
Şair Cahit Koytak, çalışmak için İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olarak gördüğü Küçüksu Kasrı’nın kafeteryasını tercih ediyor. Koytak, “Burası çok nezih bir yer, hemen denizle dudak dudağa. Ben son bir iki aydır öğleden sonraları kitaplarımı, bilgisayarımı alıp buraya çalışmaya geliyorum” diyor. Sırayla Acıbadem, Erenköy, Kızıltoprak’ta yaşadığını ifade eden Koytak, Anadolu Yakası sevgisini şöyle anlatıyor: “1998’den beri de Çengelköy’de yaşıyorum. Anadolu Yakasını seviyorum. Bu taraf yaşanabilir, insanına daha kolay ulaşılabilir, daha sıcak ilişkiler sürdürülebilir bir yer. Biraz da ben taşralıyım, Erzurumluyum. 1966’da İstanbul’a okumaya geldim. Burayı Anadolu’da geldiğim topraklara daha yakın buluyorum,. Geldiğim toprakların insanıyla daha çok yoğunluk buluyorum. Avrupa tarafının insanı daha çok gayri şahsi, fazla bütünleşilemez, özdeşleşilemez gibi geliyor. Duygular bunlar tabi; hiç de böyle değildir, hiçbir şehir insanı için, semt için bu böyle söylenemez ama duygu olarak böyle.”
Mekandan çok insan manzaralarına dikkatle, duyarlılıkla odaklanan şair, “Gezilerimde yaşlı insanlarla temas kurmaya çalıştım. Her sabah kalkıp erzağımı, çalışma malzemelerimi, kitabımı, defterimi, termosta çayımı yüklenir haftada bir yada iki gün İstanbul’un Beykoz, Zeytinburnu, Pendik gibi bir semtine gider ve yürüyerek semtin güzelliklerini keşfetme düşüncesiyle parklarda, korularda oturur çalışırdım. Bu geziler hiçbir zaman İstanbul’un binde birini bile gezebildiğimin duygusunu vermedi bana, İstanbul açlığını giderecek kadar. Fazla şehir görmedim de diyemem, baya dünyanın pek çok şehrini gördüm yine de İstanbul dünyanın en güzel birkaç şehrinden biri. Onu hırpalamasaydık belki en güzel şehri de olabilirdi” diyor.
Şiirleriyle 80 Kuşağı arasında kendine has bir yer edinen şair Oktay Taftalı, İstanbul’da yarım asrı geri bıraktı. Küçük Çamlıca’da büyüyen şair, “Subaşındaki Çay Bahçesi, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Moda’daki Kemal’in Yeri kahvesi sık gittiğim mekanlardır. İstanbul’u aradığım şekilde buralarda bulabiliyorum. Gençlik yıllarımda bütün kişiliğim bu üç mekânda oluştu, geleceğe dair tahayyüllerimi hayallerimi bu üç mekânda tasarlandı. Benim çocukluğumun İstanbul’u artık yok. İnsanın bireysel hayatına ve ülkesinin geleceğine dair tahayyülleri ne kadar gerçekleşir o ayrı hikâye. İnsan hayal kurmadan edemeyiz, şimdi 60 yaşına geldim, oralarda hâlâ hayal kuruyorum. Hayal kurmadan olmaz. Ancak artık hayaller geleceğe yönelik değil de geçmiş yaşantıları da içine katar şekilde gerçekleşmeye başlıyor. Yani ipin ucundaki veya sırığın ucundaki bir denge noktası gibi düşünün; o noktayı geçtikten sonra ipin öbür tarafını, arkanızda kalan kısmı düşünüyorsunuz. Onun muhasebesi üzerine düşünüyorsunuz. Ortanın neresi olduğunu tam bilemiyorum ama...” diyor.
Taftalı’nın edebiyat hayatında özellikle Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin yeri ayrı: “1979-85 yılları arasında Osman Konuk, Mehmet Refik, rahmetli Adnan Acar, Tuğrul Tanyol, Ebubekir Eroğlu, Necat Çavuş, İhsan Deniz ile birlikte oraya giderdik. Arada Mustafa Kutlu abi gelirdi. Bazen Akif Kurtuluş, Haydar Ergülen, Hüsamettin Aslan gibi dostlar Ankara’dan gelirdi.”
Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde öğrencilik yıllarını geçiren şair, o günleri ve oradaki değişimi şöyle anlatıyor: “İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencileri olarak bizim hem çalıştığımız, hem sohbet ettiğimiz, hem Latince Yunanca çalıştığımız bir yerdi. Özellikle orada oturur Latince Yunanca çalışırdık. İstanbul’da belki oturulup zihin dinlendirilecek, sohbet edilecek ilk üçe dörde girecek mekânlardan biridir İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin bahçesi. Arkeolojik kalıntıların arasında masalar sandalyeler olurdu, o bahçenin büyülü atmosferinde saatlerce otururduk. Yıllar sonra gittiğimde orada hâlâ bir çay bahçesi var ama tabi ki eski tadını bulamadım. Eskiden çay bahçesi ahşaptı, şimdi alüminyum doğrama, pimapen falan karışımı bir şey yapılmış. Sadece çay bahçesinin ahşabının ortadan kalkması bile havayı olumsuz anlamda değiştirmiş. Binanın mimarisi itibariyle Türkiye entelektüel hayatının ruhunu besleyebilecek bir mekândır. Bize de çok katkısı olmuştur öğrencilik yıllarında. İnce zevklerden arındırılmış, ayaküstü, Eminönü’deki herhangi bir ayaküstü çay içebileceğimiz bir yer havasında artık.” 80’li yıllarda çıkardıkları bütün dergi fikirlerinin burada doğduğunu belirten Taftalı, “Edebiyat tartışmaları dergilere taşınmadan önce burada yapılırdı. Başta Üç Çiçek dergisi olmak üzere Metin Celal, Mehmet Müfit, Tuğrul Tanyol’un çıkardığı Poetika, Haydar Ergülen, Bahadır Bayrıl’ın çıkardığı Şiir Atı’nın fikri oralarda doğmuştur. İmge ve Adnan Özer’in çıkardığı Gecenin Çobanları dergisi de burada konuşulmuştur. Rahmetli Mazhar Özcan ve Seyhan Erözçelik de buluşmalara katılan isimlerdi” sözleriyle o günleri anlatıyor.
Öykü yazarı, dergi emekçisi Ali Haydar Haksal Üsküdar’ın adını ilk olarak dedesinden duyar. “Dedem Müderris İsmail Hakkı Efendi, İstanbul Üsküdar’da Şemsi Paşa Medresesi’nde okumuş. Sonra da Fatih Medresesi’ne geçmiş. 1880’li yıllarda Üsküdar mekânı. Dedemin kitaplarını karıştırırken Şemsi Paşa Camii yanında durarak yazdığı bir şiiri var. Bu bir ilk durak. Dedemin köydeki odası ve kitapları Üsküdar ruhu taşırdı” diyen Haksal, 1960 yazında İstanbul’a gelir. Kadıköy Paris Mahallesi’nde bir gecekonduda, Üsküdar Atik Valide Camii yakınındaki bir handa, Tabaklar Mahallesi Ferah sokağında bir binanın bodrum katında kalır. 1975 sonrasında üniversite yılları Erzurum İstanbul arasında geçer. Bir zaman sonra annesini de köyden şehre getiren Haksal, Tabaklar Mahallesi, mezarlık sokakta kardeşleriyle bir daire alır. Haksal, “Bir yanımız Karacaahmet mezarlığı bir yanımız Üsküdar. Sabahları evin pencereleri açıkken Üsküdar Merkezdeki Yeni Cami’de Hafız Yusuf Gebzeli’nin sabah ezanlarındaki o lahuti sesi hâlâ kulaklarımda. Cuma namazlarına özellikle onun iç ezanını dinlemek için giderdik” diyor.
1979 yılında okulu bitirip Üsküdar’a yerleşen yazarın Nalçacı Hasan sokaktaki evi bir buluşma merkezi olur. Emektar kalem eski ve yeni zamanları şu sözlerle anlatıyor: “Ankara’dan Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Alaettin Özdenören, Zübeyir Yetik, İsmail Kıllıoğlu gelirlerdi. Rasim Özdenören ile Akif İnan’ı burada ağırladım. Cahit Zarifoğlu İstanbul’a taşındıktan sonra ailecek sık görüşüyorduk. Yazı hayatına birlikte başladığımız, Mavera dergisinde birlikte olduğumuz Âlim Kahraman ile bir ikili olduk. Tunusbağı’nda Osman Bayraktar ve Hasan Aycın otururlardı. Birbirimize gider gelirdik. Edebiyat ve düşünce ortamımız yoğundu. Onlar başka semtlere taşındı. Ben sadece sokak değiştirdim. 2014’te Âlim Kahraman ile Zeynep Kâmil mahallesinden birer daire aldık. Ben Karaca Ahmet mezarlığına bakıyorum. Karaca Ahmet servileri üzerinde dolunayın görünüşü çok etkileyicidir benim için. Neredeyse hemen her gün mezarlığın içinden geçip gidiyorum. Öykülerim ve romanlarımda Üsküdar ruhu epeyce soluyor. Yedi İklim dergisi ve kütüphanesi de Üsküdar’da. Çocuklarımı Üsküdar ruhuyla büyüttüm desem abartmış olmam. Çünkü Üsküdar ruhu çocukluğumun özlemidir. Geldiğimden beri de hiç ayrılmadım, başka yerler beni çekmedi. Ruhen ve kalben Üsküdarlıyım.”
İstanbul’u dünya, Bizans, Roma hukuku, İslâm hukuku, Türk tarihi açısından önemli bir yer olarak tanımlayan 80 yaşındaki şair Hüsrev Hatemi, “Beykoz Kandilli Rasathanesi’nin bulunduğu tepe, Çengelköy Kuleli Lisesi’nin önündeki sahil, Dolmabahçe, Bebek senelerdir az da gitsem, çok fazla aşındırmasam da kalbimde kalan mekanlardır. Sık sık bir koltukta oturup kafamda buralara seyahat yapıyorum” diyor. İçinde bulunduğu edebiyat mahfillerine uzun süre devam eden Hatemi, kendisi için özel mekanları şöyle paylaşıyor: “Nurettin Topçu’nun sağlığından başlayarak Dergâh dergisi ve yayınevi çevresine devam ettim. Ana Kitabevi’ndeki masaya oturup kitap karıştırmayı seviyorum. 1985’te Dergâh’la bozuşmadan Türk Edebiyatı Vakfı’na geçtim ve Ahmet Kabaklı’nın vefatına kadar 16 sene devam ettim. Senede bir uğrayıp sohbetler ediyorum. Fatih Harbiye tarafındaki Alman Hastanesi’nin karşısındaki Erciyes Kafe’ye uğruyorum. Orada benim plaketle adımın yazılı olduğu bir masa vardır. Sonra da mücerret yaşayan biri oldum, mücerredan taifesindeydim. Şimdi ise İtibar taifesinden sayılabilirim.”
Doğma büyüme İstanbullu olan yazar Sevinç Çokum, “İstanbul beni yoğuran, hayatımı biçimlendiren bir şehir. Konuştuğum yazdığım dile kadar etkileri var; öykülerimin ve romanlarımın ister istemez öncelikli mekânı” diyor. Beyoğlu, Etiler, Büyükçekmece Beşiktaş, ve Güzelce’de oturan Çokum, duygularını “Hayatımı gezip gördüğüm bütün bir İstanbul’a yayabiliriz. Aslında çocukluk yıllarında tanıdığım ve benim içime işleyen İstanbul’la bugünkü arasında çok büyük farklar var. Kendi açımdan o geniş kırları, rüyalı sessizlikleri, temiz kıyıları, şehrin kendisine yetebilen meyve ağaçlarını, güler yüzleri, sevgi, dostluk alışverişlerini kaybetmiş biriyim. O zamanlar bu kadar büyümemiş olan ve nüfusu böylesine yoğun ve taşkın olmayan İstanbul’da gitmediğim köşe bucak kalmamıştır” sözleriyle ifade ediyor. Çizili Boğaz haritası üzerinden Emirgân, Kireçburnu, Büyükdere, Sarıyer, Küçüksu, Rumeli ve Anadolu Kavakları, Kanlıca, Çubuklu’ya giden yazar, o yıllar kentleşmemiş olan Kumburgaz, Haramidere, Ambarlı, Çobançeşme’yi piknik alanı olarak kullandıklarını söylüyor. “Kınalıada’da geçirdiğimiz yazlar, o mavi ufuk, fıstık çamlarının kokusu elbette kitaplarıma sızacaktı” diyen yazar Çokum, “Gittiğim her yerden edindiğim birikimleri ya belleğime yazdım ya da not defterlerime. Arkadaşlarımla Beyoğlu’nda Baylan Pastanesi’ne giderdim. Sonra Tünel’e doğru Violet ve Taksim’de Pakiş Pastaneleri vardı; oralarda zaman geçirirdik ama ben kafelerde yazan biri değilim. İstanbul’a ait anılarımdan oluşan anlatı kitabım “Kayıp İstanbul”dan sonra yeni bir İstanbul kitabı da yayınlanmayı bekliyor” diyor.