
“Tanpınar’la aramdaki asıl güçlü bağı İstanbul kurdu. Başka bir şehirde yaşasaydım onu bu kadar çok sever miydim bilmem" diyen ve geçtiğimiz ay çok sevdiği Tanpınar gibi 61 yaşında aramızdan ayrılan yazar ve akademisyen Handan İnci Elçi'ye Yeni Şafak Kitap'ın 100. sayısı için yazdığı yazıyla veda ediyoruz.
En sevdiğim yazarın kim olduğu sorusuyla karşılaştığımda tedirginlik duyarım hep. Her biri farklı açılardan hayatımı zenginleştirmiş yazarlar arasında tercih yapmak ötekilere haksızlık gibi gelir. Üstelik, bu tür soruların arkasında hakkınızdaki “derin bilgi”yi kısa yoldan edinme çabası olduğununu da düşünürüm. Aynı yazardan hoşlanıyorsak, karşımdaki için başka biri olacağım, hiç sevmediği bir yazarın adını söylersem başka. Ama asıl önemlisi, soruya muhatap olduğunuz yaştır elbette. Söz gelimi, bugün sevdiklerim listesine ilk sıradan girecek olan Tanpınar, gençliğimde hiç de bayıldığım bir yazar değildi.
Tanpınar’la ilk tanışmam orta sonun yaz tatiline rastlar. Ama onun “kim” olduğunu elbette çok sonraları, üniversite yıllarımda anlayacaktım. Huzur’u evdeki kitaplıkta bulmuştum. Beyaz kapağının üstündeki minyatür bina resimleriyle ilgimi çeken kitap, Tanpınar okuduklarına hiç ihtimal vermediğim anne-babamın değilse, oraya nasıl girmişti bilmiyorum. Bu soru da elbette o zamanlar değil, çok sonra, Tanpınarlı bir kütüphanenin anlamını kavrayınca aklıma takılmıştı. Tercüman gazetesinin bastığı kitabı, dönemin popüler romanlarıyla dolu kitaplığımıza üniversite öğrencisi olan ve tatillerde ziyaretimize gelen küçük teyzemin armağan etmesi de mümkün değildi, çünkü kitabı elimde görür görmez, “bırak bu gerici adamı” diye çıkıştığını gayet net hatırlıyorum. Gerçi telaşlanmasına gerek yoktu, hiçbir şey anlamadığım ve çok sıkıldığım kitabı zaten bir kenara atacaktım. O. Henry’nin, Mark Twain’in Oscar Wilde’ın sürükleyici hikâyelerine alışmış okuma tempomla ve o yaşlarda çok doğal olarak Tanpınar’ın meselelerinden fersah fersah uzakta olan zihnimle Huzur’un dünyasına girmem imkânsızdı zaten.
TANPINAR’A ÇOK SONRA GİDECEKTİM
Bu romandan zevk alabilmem için İstanbul’da yaşamaya başlamam, yavaş yavaş şehrin büyüsüne kapılmam, Itri’ni Nevakâr’ını hissedebilmem, adeta ders çalışır gibi Batı müziğini sökmem, iyi şiirden tad almayı öğrenmem, kültür ve insan konusuna kafa yormam, duygusal ve zihinsel açıdan olgunlaşmam ve daha nice deneyimin birikmesi gerekecekti.
Tanpınar’la ilk ciddi karşılaşmam, söylediğim gibi, üniversite yıllarımda oldu. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın ders verdiği İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyorsanız, Ahmet Hamdi Tanpınar adında “çok değerli” bir yazar olduğunu, daha da önemlisi, bölümde bütün öğrencilerin korkulu rüyası haline gelmiş bir edebiyat tarihi yazdığını daha ilk günden öğrenirdiniz.
Bölüm kitaplığında harıl harıl edebiyat tarihi üzerinde çalışan üst sınıflara uzaktan saygıyla bakardık. Birinci sınıfın ürkekliği biraz geçince yanlarına yaklaşıp konuşmaya da cesaret edecektik. Koridordaki sigara molalarında –o zamanlarda yasak değildi- bize Tanpınar’ın ne kadar “mühim bir adam” olduğunu öğretmeye girişirlerdi bu abiler, ablalar. Bir gün, biz “çaylaklar” içinde yazarı “Tampınar” diye telaffuz edenlerin bile olduğunu gülüşerek anlatırlarken yanımıza o sırada yaklaşmış başka bölümden bir çaylağın, “tan” ve “pınar” kelimelerinin çağırışımıyla olsa gerek, bir köy hakkında konuştuğumuzu zannetmesi ve “ben hiç gitmedim” demesi yıllarca şaka konusu olmuştu aramızda.
Aslında ben de Tanpınar’a çok sonra “gidecektim”.
O dönemlerde daha ziyade “edinilmiş bir hayranlık”tı benimkisi. Pek belli etmemeye çalışırdım ama ders programımıza sadece edebiyat tarihi ve bazı makaleleriyle girmiş olan Tanpınar’ın yazdıklarıyla boğuşurken çok zorlanır, derin bir iç sıkıntısı yaşardım.
MEKTUPLARINDA BAŞKA IŞIK GÖRDÜM
Derken, hikâyelerine, denemelerine, romanlarına geldi sıra. Gerçi yine zorluyordu Tanpınar okumak, her dakika elimin altındaki kalın bir Meydan Larousse cildinden şu nasıl bir tablo, bu ressam kim, bu beste kimin diye diye atıfları çözmeye çalışmak işin tadını epeyce kaçırıyordu. Yazarı bütünüyle kavrayamadığım için, o dönemde kimi düşüncelerinin beni çok rahatsız ettiğini de hatırlıyorum: Neden bu kadar “seçkinci”ydi sanki? Neden bu kadar görsel hazcıydı? Hele kadın idealizasyonu yaparken üstüste yığdığı olağanüstü nitelikler, -sonraları çok zevk alacağım- o imajlarla yüklü ağır dil…
Bu durum mektuplarını okuyuncaya kadar sürdü. Sevgili hocam Prof. Dr. Zeynep Kerman’ın yayımladığı mektuplarda bambaşka bir ışık altında gördüğüm bu duyarlı, kendisinden söz ederken alaycı, bir o kadar da trajik yazarı çok sevmiştim. Öyle ki o zorlu edebiyat tarihini bile “Tanpınar’ın edebiyat tarihi” olduğu için zevkle okuyordum. Bir dizesiyle söylersem, Tanpınar benim için “yavaş yavaş aydınlanan” bir kıta olmuştu.
ARAMIZDAKİ BAĞI İSTANBUL KURDU
Tanpınar’la aramdaki asıl güçlü bağı ise İstanbul kurdu. Başka bir şehirde yaşasaydım onu bu kadar çok sever miydim bilmem. Beş Şehir’den Huzur’dan, denemelerinden çıkardığım rota üzerinde gezdikçe, şehrin eski sakinlerini anlattığı hikayeleri okudukça asla vazgeçemeyeceğim şekilde bu şehre bağlandım. Bana sorarsanız, “İstanbullu” olmak için burada doğmanız şart değil, şehre ait bu özel edebiyattan dünyaya gelmeniz de yeter. Hatta “İstanbulluluk” diye bir kimlik varsa eğer, ilk şartı onu edebiyatın içinden kavramak olmalı. Tanpınar’la İstanbul’u seyretmeyi, doğasından ve tarihinden tad almayı öğrendim. Böylece sıkıntıdan, öfkeye derken hayranlığa geçerek genişleyen Tanpınar okumalarım hayatımın bir parçası oldu.
Ancak yine de, onunla en sağlıklı ilişkiyi, metinlerini eleştirel yazılarımın konusu yaptığım zaman geliştirdiğimi sanıyorum. Daha doğrusu, beni düşündüren konularda kendisine sorular sorduğum ve cevaplar aradığım zaman. Aşkı, varoluşu, sanatı yorumlama biçimini kavradıkça önceleri itici bulduğum “seçkinci”liğini de anlamaya başladım. Kimi zaman bazı tavır alışlarını haklı göremesem bile, yaşadığı varoluşsal sıkıntıların özündeki yalnızlığı ve korkuyu sezdiğimi zannediyorum artık. Ona karşı hayranlığımın günlüğünü okuduktan sonra artması da bundan olsa gerek.
Hakkında yazmaktan, okumaktan, konuşmaktan hiç bıkmayacağım bir yazardır Tanpınar. Orpheus’un Şarkısı ile “kadın ve aşk” konusundaki düşünceleriyle hesaplaştım sanırım. Sırada İstanbul için ödeyeceğim bir borç var.






