Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, Aldonlar isimli kitabının hikayesini okurlarıyla paylaştı.
Covid-19’la evlere kapanıp, biraz da bunaldıktan sonra bir gün Whatsapp grubumuzdan arkadaşlarıma mesaj attım “Atlantik”i geçelim mi” kontenjan gereği “Evet” diyen ilk 4 arkadaşımla böylece Pendik’ten başlayıp, Antigua’ya dek devam eden maceramız başladı.
Atlantik geçişi ise tam 9 gün sürdü ve sonrasında bu anıyı “Aldonlar” ismiyle kitap olarak basıp merak edenlerle paylaşmak istedik. Ayça Derin Karabulut’la Kafa Dergisi’ne bir de röportaj gerçekleştirdik, kendisine çok teşekkür ederim. Sonundaki linkte de sürprizi var.
Murat Ülker bir gün WhatsApp grubuna şu mesajı atar: Atlantik’i geçelim mi? “Evet” diyen beş arkadaşı ve G-Force isimli emekli yarış katamaranıyla Pendik’ten yola çıkar… Yolculuk Antigua Adası’nda bitecek. Aldonlar ismini verdikleri bu beş kişilik grubun maceraları ve 9 günlük Atlantik geçişi ise The Kitap Yayınları tarafından kitaplaştırılarak basıldı. Yolculuğu Murat Ülker’den dinledim.
Daha önce dünyanın her yerinde yelken yapmıştım. Tabii daha çok Ege, Akdeniz ve Pasifik’te. Önceleri kiralık teknelerle, daha sonra da kendi teknemle… G-Force’la Pasifik’te yıllarca süren bir beraberliğimiz olmuştu. Ben hırslı bir insan değilim, onun için artık yarışlara katılmıyorum. Ve illa “şunu yaptım” demek gibi bir çabam da yok. Sadece COVID sırasında çok sıkılmıştık ve arkadaşlarla konuşurken bir anda ortaya çıkan cazip bir fikir oldu Atlantik’i geçmek… Ekip hemen kuruluverdi.
Evet, tüm teknelerin adını ben koyuyorum değiştirme pahasına da olsa… G-Force bize sağlam geldi ama onun da adını değiştirdim. İlk bindiğimde kuvvetli rüzgârın etkisiyle bir yanış arabası gibi ileri atmıştı kendini, yani ayaktaysanız sallar, oturuyorsanız geriye yapıştırır-bu güçten çok etkilendim. Ve bu kuvvetinden dolayı G-Force demek hoşuma gitti ama aynı zamanda G bana Godiva’yı da hatırlatıyor.
Tanışmamız bir duyum sonrası oldu. Ben neredeyse hiç sıfırdan tekne almadım, hep tekneleri modernize ve renove ettim, yanmış, batmış tekneleri… G-Force’un ise 25-30 knot gidebilecek bir tekne olduğunu gördüm. İlgimi çekti, aradım, tekne Fransız Rivierası’ndaydı. “Geleyim, binip göreyim” dedim. Boşuna gitmiş olmamak için de “rüzgârı garanti ediyor musunuz?” diye sordum, “hayır” dediler ama değişik bir teklif yapıp “Biz tekneyi gönderelim, siz İstanbul’da rüzgâr çıkınca binersiniz” dediler. Bu teklifi kabul ederek sanki tekneyi almaya bir adım daha yaklaşmış oldum. Tekne geldi, rüzgârlı bir günde bindik. Hakikaten hızlı gidiyordu. Pendik’ten çıktık, pat Yalova’dayız! Sonra da tramola yaptık ve biraz daha uzun sürdü ama Silivri’ye vardık. Sonra tekrar Adalar. En çok hoşuma giden de mağrur bir şekilde yolunda ilerleyen deniz otobüsleriyle çakışan rotamızda kaptanların bize yol vermesiydi. Ve siz durduğunuzda herkes meraklı gözlerle size bakıyor. Herhalde bunun ortası hakikaten boş mu diye bakıyorlar. Bununla dünyanın her yerinde karşılaştık.
Evet öyle pek çok an gördüm ama Instagram’da gördüğünüz gibi bunları pek çok kimse görüp paylaşıyor. Benimse unutamadığım şey şu oldu: Kadınların pek bilmediği, erkeklerin ise bir kısmının askerlikten hatırladığı ve bu yolculukta da çaresizce bana o günlerimi hatırlatan el, ayak, ıslak çamaşır kokusu… Çünkü ıslanan kıyafetlerimizi kurumadan giymek zorunda kalıyorduk, biz giydikçe yeniden Islanıyordu ve su, karinanın içinde birikiyordu. Kurutmak ve havalandırmak mümkün değildi. Bir de yatağım hep ıslaktı. Su sızdırmaz lombozdan dalgalar içeri giriyordu.
Evet, birisi ölürse “eve mi götüreceğiz denize mi atacağız?” diye konuştuk. Sanırım herkes denizi tercih eder çünkü alternatifi içini boşaltıp ceset torbasıyla buzluğa koymak. Karşılaşabileceğimiz en büyük tehlike teknenin akim kalmasıydı. Yani yelken yırtılırdı, teknik bir sorun olurdu, mazotumuz olmazdı vb. Dolayısıyla bir yere gidemezdik. Her şeyin yedeği yok çünkü yelkende… Bir balinaya ya da batık bir konteynere çarpıp batabilirdik. Denize düşebilirdik ki bu çok oluyormuş. Kaptan çok tecrübeli gerçi, bulurduk düşeni ama ölü mü diri mi bilemem. Hiç beklenmedik bir rüzgârla tepetaklak olabilirdik. Olmayacak şey ama olmaz diye de bir şey yok. Diğer yelkenliler gibi de değil katamaran, terse döndükten sonra yerine gelmez. İhtimaller böyleydi ancak benim aklıma korkmak hiç gelmiyor. Nedenini bilmem. İhtimalleri düşünürüm ama o olduktan sonra da olmuş geçmiş demektir zaten.
Grubumuz bendeniz Murat, İletişim Profesörü Ali Atıf Bir, Antika Arabalar Derneği Başkanı Durgut Berberoğlu, en gencimiz Sabık Banker Abdullah Tuğ (63) ve en yaşlımız Avukat Aydoğan Semizer (83) diye beş benzemez ve renkli kişiden oluşuyordu. Ekiptekilerin olgun yaşta olması uyumlu olmamızı sağlıyordu evet ama devamlı aynı sorulan soran ve kaptanla rota münakaşası yapan kişiler Durgut Bey ve Abdullah Bey’di.
Ben giderim. Ama bakalım onlar ne der… Gel, deneyelim. (Bu sırada Murat Bey, WhatsApp grubuna şu mesajı yazıyor: Atlantik’i yeniden geçelim diyorum, kimler geliyor? Cevaplar geliyor: Aydoğan Bey: Geliyorum! Ali Atıf Bir: Gelirim! Durgut Bey: Hemen, hazırım! Abdullah Bey: Tabii ki!)
Aldonlar, kırmızı elbiseliler demek, Öz Türkçe bir kelime. Kırmızı giysinin denizciler için önemini ben de ilk defa Rahmi Koç’un kitabında okumuştum: Atlantik’i geçen denizciler yıpranan yelkenden kendilerine kıyafet yaparlarmış ve ortalıkta öyle gezerlermiş ki onları gören Atlantik’i geçtiğini anlasın. Biz de o yüzden kendimize bu ismi verdik.
Yel üfürdü su götürdü! Aslında cari masrafımız hariç pek ekstra bir masrafımız olmadı. Jeneratör için sadece 40 litre mazot kullandık. Ve tabii değdi. Bu yolculuğun bana en büyük maliyeti şu oldu: Hayatımda ilk defa 9 gün boyunca hiç çalışmadım.