Ekonomi, seyahat, sanat alanlarındaki yazılarıyla dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, okurlarına adeta başka dünyaların kapılarını aralıyor.
Bütün sanatların ortak bir özelliği vardır, diyor yazar: Hoşa gitmek, yani beğenilme isteği. Yazarın sanat tanımını şöyle: Hoşa giden biçimler yaratma (*) çabasıdır. Sanat, insanla doğadaki nesnel gerçekler arasındaki estetik ilişkidir. Bu ilişkiyi oluşturan üç aşama vardır:
Birinci aşamada sanatçı, doğadaki maddi özellikleri (renkler, sesler, hareketler ve çeşitli fiziksel dış tepkiler) algılar.
İkinci aşamada bu algılar estetik amaçlar dikkate alınarak hoşa giden biçimlere ve kalıplara dökülür.
Son aşamada ise sanatçıda daha önceden var olan duygu ve heyecan durumlarına yeni algılar uydurulur.
(*) yaratma: zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şey ortaya koymak anlamında
İnsanın en kuvvetli ihtiyacı eşyalara veya olaylara bir düzen vermektir ve düzensizlik, insan zihni için yokluk anlamına gelir. Bu anlamda sanat bir düzene koyma işidir.
Güzellik ise, bir nesnenin insanda hoş bir etki yaratmasıdır, hayal gücümüz ile düşünce gücümüz arasındaki uyumdur. Çirkinlikse, duygularımız arasında biçim bağlantısının sağlanamamasıdır.
Duygusallık ve estetik haz birbiriyle ilişkilidir. Duygusallık, belirli bir dış uyarıcının varlığına bağlıdır. Fakat estetik haz, örneğin dinlediğimiz güzel bir müziği ele alalım, bu müzik bitse dahi bıraktığı etki devam eder. Estetik haz, bu nedenle diyebiliriz ki, duyu alanında doğar, ancak onu aşar ve insan kişiliğinin bütününe yönelir.
B. Croce’a göre “Sanat sezgidir”. Sanatı bir “biçim verme isteği” olarak tanımlarsak, sanatçının akıl ile değil, içgüdüleri ile bir sanat yapıtı ortaya koyduğu söylenebilir. Bu nedenle, hiçbir dönemin sanatı bir diğer dönemin sanatından üstün olamaz. Sanat, zamanın bir ürünüdür. Zaman, din, ortam, ekonomi, politika vb. onu etkileyen önemli faktörlerdir.
Sanatçının duyarlı olması, zeki olmasından daha önemlidir. Yapıt, orijinal ve sanatçıya özgü bir nitelikte olmalıdır. Sanat, insanın kendi insanlığını tanımasıdır.
Yani kitaba göre sanatçı; “İnsan zihninin derinlerinde yer alan, kendine özgü, içgüdüsel yaşamı, eşsiz yeteneğinin ona verdiği güçle maddeye dökebilen kişidir.”. Sanatçı, görünmeyen bu hayalleri derinlemesine işleyip bir etkinlik kazandırarak görünür biçimler haline sokar.
Birçok sanatçı romantik ve hayalperesttir, çünkü gerçek dünyada yaşamaya tahammül edemez, haz veren bir aleme sığınır. Sanatçının insanlığı ile sanatçılığı arasında farklılıklara rağmen ikisi arasında doğal bir bağlantı bulunur, zira ikisi iç içe girmiştir. Ancak sanatçı kişinin bir yanı, gündelik kişilik yanından ağır basar. Bir sanatçının kişiliği ne kadar büyükse ve günlük yaşamda içinde bulunduğu koşullardan kendini ne denli soyutlamış olursa, ortaya koyduğu yapıt da o denli başka ve önemli olur. Tabii etkili olan önemli bir faktör de sanatçının içinde yaşadığı toplumsal koşullardır.
Yine kitaba göre insan, bilme eylemi ile tüm doğayı olanca gücüyle öğrenmeye çabalar. Bilgisi arttıkça güçlenir. İnsan her zaman olabileceğinden fazlasını isteyerek, yaradılışının sınırlarını aşmaya çalışacak, ölümsüzlüğe ulaşmak gayesiyle yaşayacaktır. Hatırasıyla ölümsüzleşen sanatçıların hepsi yaşadıkları çağın ilerisinde, özgün karaktere sahip insanlardır. Topluma ve insanlığa seslenebilen ve onların özlemlerini dile getiren kişilerdir.
Deha, sanatçının doğadan aldığı bir yetenektir. Sanatçı bu yetenek sayesinde bir insanın yetersiz yapabildiği şeyleri, iyi ve kolayca yapabilir. Bu dehanın üstün bir yaratılış olduğu kabul edilirse, dâhilik kişiyi toplumdan ayırmaz, bilakis onu milyonlarca insanın önderi konumuna taşır. Sanatçı taklitçilikten kaçınmalıdır, kendine özgü bir yol bulmalıdır.
Sanat hakkında iki görüşe değiniyor kitap:
Sanatçının kişisel duyumları, düşünceleri ve kararları ile ortamın ilişkisinden oluşan bir bütünlük olarak tanımlanıyor. Sanatçının bireysel duyarlılığını belirleyen insancıl duyuları, yaşam boyu bir gelişim içerisinde usulca oluşur. Bundan dolayı, bir sanatçının yaşam boyu ürettiği yapıtlar incelendiğinde zaman içinde farklılıklar oluştuğu görülür. Ancak hepsinde aynı kişilik ve üslup hakimdir. Bu kişiliğin oluşmasında yaşanan toplumsal olaylar da etkin olmuştur.
Bireyselliğe ve kişiliğe değer veren görüştür. Ancak öznel bir davranışın, kararın arkasında her zaman nesnel, özellikte toplumsal güçler vardır. Sanatçılar yaşadıkları süreç içinde topluma aykırı da olmuşlardır; yaşadıkları toplumda anlaşılamamışlardır. Friedrich Schiller bunu şu şekilde belirtiyor: “Öznel görüşü benimseyen sanatçı, doğaya ve topluma olan tepkilerini, kendi öznelliği içerisinde, giderek daha enerjik ve uzmanca belirtir. Bu kişiliğini daha kapsamlı ve zengin kılar.”
Sanat, bilinçli bir çalışmadır, diyor yazar: “Sanat yaşanılan anı aştığı ölçüde değer ve önem kazanır. Sanat yapıtının gerçek varlığı aşması, değer kazanması ise onu izleyen bir öznenin varlığına bağlıdır. Ancak bu özne, bu sanat yapıtına bir anlam verebilir. Bir sanat yapıtının anlaşılamaması, onu estetik olarak algılayacak bilincin var olmamasından kaynaklanır.
Buna mukabil sanatçıların da eser verirken aynı malzeme, tarz ve konu etrafında odaklandığını görüyoruz. Burhan Doğançay, Devrim Erbil gibi örnekler var, yani sanat bilinçli ve planlı hatta hedefli bir çalışmadır, çoğunlukla…
Güzel sanatları biçimsel olarak, kullandıkları araçlara ya da izledikleri amaçlara göre sınıflandıracak olursak:
Peki sanat nasıl doğdu? Sanatın nasıl doğduğu kesin olarak bilinmiyor. Ancak arkeologlar tarafından bulunan mağara bulgularıyla keşifler dizisi günümüze kadar gelmiş. Araştırmalara en çok katkı sağlayan alanlardan biri de dilbilim olmuştur. Aslında insanın varoluşuyla birlikte sanat ortaya çıkmış. İnsanın bilinçsizliği, yalnızlığı ve ürkekliği, doğaya karşı duyduğu korku ve hayranlık mı, sanatın ortaya çıkmasını sağlamış. İlkel insan, karşılaştırmayı, seçmeyi, kullandığı ilkel araçların benzerlerini üretmeyi öğrenmiş ve her türden benzerliğe çok önem vermiş. Benzerlikler arasında bağlantı kurmuş ve gittikçe artan bir soyutlama ile pek çok araç kümesi oluşturmuş ve bunlara isim vermeye başlamıştır. İsimlendirme, dış dünyada nesneleri tanımak ve ilkel toplum içinde iletişim sağlamak amacıyla yapılmış.
İlk paragrafta söylenegelen şeyler tekrarlana tekrarlana bugüne gelmiştir. Ama bence, mağara resimleri sanattan ziyade iletişim amaçlıdır. Düşünsenize yazı hatta lisan bile tamamiyle gelişmemişken insanlar sanat, sosyallik ve eğlence için resim çizmemişler, bilakis hikayeleştirmede kullandıkları iletişim aracı olarak resimleri bilhassa eğitim için kullanmışlardır. Seyahat ve haberleşme imkanı yokken iki milyon yıl süren neolitik devirde dünyanın heryerinde bulunan av aletlerinin mesela baltaların aynı tipte olması nasıl açıklanabilecektir. İnsanlığın bir ortak zihni mi vardı veya onlara bir öğreten mi? Sonra ne oldu da insanlar 6 bin yıl önce birden yazıyı keşfederek günümüz uygarlığının temelini atıverdiler? İnsanlar putlara tapıyorlar ve putlar doğadaki çeşitli güçleri temsil ediyorlardı. Yani çok tanrılı idiler, tanrıları da kendileri gibi güçsüz olup bazen işbirliği bazen de kavga ediyorlardı. İlkel insanların benzer bir sosyal hayatları olmadan bu felsefeyi nasıl edinmişlerdi, bulmuşlardı? Yoksa her şey tek tanrılı bir din ve vahiy mesajı ile mi başlamıştı? Eski kitaplarda insan uygarlığının her sıçramasında o meslekle anılan bir peygamberin (ilahi mesajı ileten kişi) varlığını görüyoruz. Mesela İdris, Hermes peygamberin terzi oluşu gibi…
Sanat hangi amaçla ve hangi dönemde yapılmış olursa olsun çalışmanın ürünü ve toplumsal bir üretimdir. Nesneyi doğadan seçip isimlendiren ve işaretleyen ilk insan ise ilk sanatçıdır. Böylelikle, mağara duvarlarına resim yapan, kapılarına bereket simgesini koyan, ilk barınak ve ilk kulübeyi yapan kişiler de sanatçı olarak sayılabilir. Belki biz bilmiyoruz demek yerine böyle diyoruz.
Sanatın dinsel, duygusal, faydalı ve ulusal amaçları vardır. Sanatın bir amacı da güzeli bulmaktır. Ancak kastedilen, estetik bağlamında güzellik değildir, sanat çoğu zaman estetiği aşarak, tek bir bireysel ruhun değil, toplumun ürünü olur.
Örneğin, müzik, insanı kötü duygulardan arındırır, iyi duygular aşılar. Yazara göre, müziği bu şekilde en iyi kullanan uygarlıklar Yunanlılar ve Osmanlılar olmuştur. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Osmanlı’da bazı sağlık kurumlarında hastaların müzik ile tedavi edildiğini öğreniyoruz.
Sanatın işlevlerinden biri de insanlar arasında iletişim sağlamaktır. Başka bir deyişle, kişinin kendinde biriktirmiş olduğu manevi değerleri başkalarına ulaştırmasıdır. Sanat yapıtlarından aldığımız bilgiler çoğu zaman, sanata özgü bilgiler değildir.
Lev Nikolayeviç Tolstoy başta olmak üzere, ahlak ve karakterden yoksun sanatçıların, toplumu kötü yönde etkileyebileceğini savunan düşünürler de var. Çünkü sanatın iletişimsel işlevi, bütün diğer işlevlerinin gerçekleşebilmesinin koşuludur. Dil sadece o dili konuşan kesim arasında bir bildirimde bulunabildiği halde, sanat bütün insanlığa açık, herkesin anlayabileceği ortak bir dil ortaya koyar.
Sanatın bütün bu sosyal ve kültürel amaçları yanında psikolojik bazı amaçlan da vardır. Kitap, sanatın, insan ruhunu üzüntülerden, çeşitli iç baskılardan ve tutkulardan kurtarmak istediğini söylüyor.
Bacon, “Sanat doğayla ekli insandır.” demiş. Aristoteles’in düşüncesinde olduğu gibi doğadaki güzellikler, sanata girdiği zaman çirkin olabilir ya da çirkinlikler sanata girdiğinde güzelleşebilir. Sesler, görüşler, kokular, zevkler, doğal veya yapay olarak ayrılmasına karşın, asıl farklılık, izleyicinin görüşüne ve maksadına göre değişebilir.
Yazar kitapta: “Her estetik yaratmada iki önemli faktör vardır. Bunlardan biri bireyin arzuları, tutkuları ve özlemleri, diğeri ise toplumun istekleridir. Sanatçı, yapıtı topluma kabul ettirebilmesi ile doyuma ulaşabilir. Ancak toplumun düzeyi bu konuda önemli bir rol oynar. Çünkü sıradan bir toplum, sanat yapıtı üzerinde bilinçli bir yargıda bulunamaz.” diyor.
Sanat, her dönemin kendi gereksinmeleri ve bakış açıları doğrultusunda ortaya çıktığına göre, bu ölçütlere göre değerlendirilir. Toplumdaki değişmeler sanatsal kültürü etkilemiştir. İnsanların etkisiyle toplum ve ona bağlı olarak sanat değişik evreler yaşamıştır.
Bir sanatçının içinde bulunduğu sosyal durumla ortaya koyduğu yapıtlar her zaman paralellik göstermeyebilir. Örneğin, Lev Nikolayeviç Tolstoy, soylu bir kişi olmasına karşın, köylülerin çıkar ve ideallerinin sözcüsü olmuş.
Gelişmiş toplumlarda sanatçıların çoğu, ekonomik ya da düşünsel açıdan egemen sınıfa bağımlı kalmıştır. Bu yüzden yapıtlarında da onların çıkarlarına hizmet etmek durumunda kalmışlardır. Birçok sanatçı da değişen toplumla birlikte başkaldıran eserler ortaya koymuştur.
Sanat hangi toplumdan olursa olsun, önderler bütün insanlığın kullandığı ortak bir sanat dili kullanarak insanları bir tek toplum gibi aynı amaca yöneltmek istemiştir.
Sanat, yaşamda olan şeyleri güzelleştirir. Sanat, insanları, toplumları birbirine bağlar. Tarihsel bağlamda bütün klasik sanatlar, toplumların aristokratik dönemlerinde ortaya çıkmış. Demokrasi ise sanatı halkın zevk ve dertlerine yöneltmiştir.
Sanatçı içinde yaşadığı toplumun politik, dinsel, ahlaki ve kültürel geleneklerinden kendini kurtararak, toplumdışı bir varlık olamaz, bilakis toplumun bir bireyi olarak bir toplumsal amaca hizmet eder, ama bazen de toplumu kendi inançlarının peşinden sürükleyebilir.
İnsan, doğa kanunları hakkında bilgi edinmeye başladıktan sonra, özgürlük ve egemenlik bakımından üstünlük sağlayabilmiştir. Evren içinde çok küçük bir varlık olmasına karşın, kendini doğadan üstün saymış, hayal gücünün yarattığı sonsuz güzelliklere sığınarak sanatsal faaliyetlerde bulunmuştur. Bir sanat yapıtında öznel ve psikolojik durum sanatçıya, toplumsal durum dış dünyaya aittir.
Sanat bizleri eğlendirip oyaladığı gibi gereksinimlerimizi yok eder, acılarımızı hafifletir. Sanatçı kendi güzellik anlayışına ve seçtiği toplumsal ülkülere bağımlıdır.
Yazara göre insan, doğada var olanları bulmakta, olmayanları tasarlamaktadır. Sanat, yaşamı yansıtır; halkların ulusal karakterlerinin değişimine uğramasıyla birlikte sanat da değişime uğrar. Sanatçı eserine yaşadığı toplumun sorunlarını yansıtır. Sanatta ulusal özgürlük önce içerikte belirir. Sanatçı halk gibi hissettiği zaman ulusun genel karakterinin taşıyıcısı ve temsilcisi olabilir. Ve bir ulusun sanatı, yabancı unsurlardan arındırıldığı kadar ulusal özellikler gösterir. Örf ve adetler de sanatın gelişmesine katkıda bulunan etkenlerdendir. Ancak başka uluslarla ilişkileri nedeniyle toplumların örf ve adetlerinde değişim ve gelişmeler görülür. Böylece ulusal özelliklerini kaybederler.
Ekonomik ilişkiler aracılığı ile sanatın biçim ve türlerinde olduğu gibi niteliksel gelişiminde de değişmeler oluşmuştur. Göçler, istilalar, savaşlar sanatın yapısına özellikler katmıştır.
Modern sanatın ne zaman başladığını kesin olarak tespit etmek olanaksızdır. Ekonomik gerçekler ve sosyal olaylar, sanatın üslup açısından gelişimi ile dolaylı olarak ilgilidir. Modern sanatın ortaya çıktığı dönemde varlığın, zenginliğin azalması, özel sanat hamilerinin de azalmasına sebep olmuştur. Bireysel koleksiyoncular, bir süre daha sanat yapıtlarını almaya devam etmiştir. Fakat saray, kilise veya şatolar, sanatçıları daha uzun süre himaye edememiştir. Modern sanatın evrimini oluşturan izlerde, fikirler konu dışında tutulamaz. Çünkü sanatın gelişim aşamaları düşüncenin gelişimine paralel olmuştur.
Ortaya konan her yenilik, bildiklerimize ve alıştıklarımıza ters düştüğü için başlangıçta bozuk ve değersiz olarak nitelenir. Bununla beraber tarihi gelişim süreci içinde, hiçbir yenilik başarısızlığa uğramamıştır. Yenilik, toplumların en doğal gereksinimi olup, ileri gitmenin ilk koşuludur.
18. yüzyılın sonlarına doğru, buhar makinesi, dokuma makinesi ve ip eğirme makinesi icat edilmiştir. Bu icatlar güncel yaşamı hızla etkilemiş, insanlar hemen makineleri kullanmaya ve endüstriyi buna uyarlamaya başlamışlardır. 1830 yıllarından itibaren makineler tamamen yaşamın içindedir. Makinelerle üretilen ürünler, artık hiçbir cazibesi ve bireysel özelliği olmayan, fabrikasyon yani seri üretimdir, hepsi benzerdir.
Sanat özgürlükten, teknik ürün ise zorunluluktan doğmuştur. Makine çağının ortaya koyduğu ürünlere sanat yapıtı gözüyle bakmamıza engel olan şey, sanatla süsü birbirine karıştırmaktır.
Postmodernizmin karmaşık yapısı günümüz yaşamına benzer. Modernizmden daha çağdaş ve daha modern bir şey ortaya koymak ister. Evrenselliği reddeder, günümüz teknolojisinin sağladığı her türlü olanaktan ve değişik malzemelerden yararlanır. Form karşıtı, anarşik, değişebilir, yüzeysel, yoruma karşı ve belirsizlik özellikleri gösterir. Postmodernizm bir yandan geçmişi yeniden canlandırmayı savunurken diğer yandan günümüz sanatının öğelerini benimser. Postmodernizm düşüncesi 1960 yılında Fransa’da ortaya atılmış, 1970de Amerika’da benimsenmeye başlanmış. Postmodernizmde, “her şey her şeyle olur” görüşü hâkimdir.
Klasik Yunan’da, Orta Çağ’ın sonuna dek üretilen sanat yapıtlarında, gerçeğin tanımsal buyruklarla belirlendiği düşünce biçimi hâkim olmuştur, dönemin sanatı dönemin yaşamını biçimlendiren bir doğrultuda gelişmiştir. Rönesans ile birlikte hümanist düşüncenin etkisiyle sanatta, insanın birey olarak ele alındığı bir dönem başlamıştır.
Sanat yapıtında, biçimde içeriğe bağlı olmayan hiçbir şey yoktur. İçerik, uygulamada biçimi oluşturur. Yani soyut, somut olur. Sanatta öz kavramı ise, tema, konu ve anlamdan oluşur. Konu, eserde canlandırılan somut olayken, tema siyasal, dinsel, felsefi veya estetik olarak tartışılabilen düşüncedir.
Biçim ise içeriğe bağımlı ve onun arkasında yer alarak, ona hizmet eden öğe olarak tanımlanmıştır. Tek başına sanatsal bir değeri yoktur.