
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, iki sene önce kaleme aldığı Kur’an okumaya dair kişisel farkındalık sağlamayı amaçlayan yazısını tekrar okuyucularıyla paylaştı. Kur’an okumanın sadece bir okuma eylemi olmadığnı, düşünmek, anlamaya çalışmak ve bu anlamı hayatın içine katmak demek olduğunu vurgulayan Ülker, "Bu bayram gününde, Kuran’a yaklaşımımızı yeniden düşünmenin tam zamanı olabilir mi?" ifadelerini kullandı.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker'in iki sene önce kaleme aldığı "Kur'an okumak günah mı?' başlıklı yazısı şöyle:
KURAN'I NASIL OKUYALIM?
Müminin, bu yeryüzündeki yorucu seyahatinde ruh yoldaşı Kurandır. Ruhunun derinliklerini aydınlatan nur, Kuran'dır. Ona telkinlerde bulunan öğretmen, Kuran'dır. Yol güzergahını gösteren kılavuz, Kuran'dır.
Kuranla birlikte hayat; Allah ile birlikte yaşamaktır. Kuran, Allah’ın indirilmiş kitabı ve insanoğluna yöneltilmiş hitabıdır. İnsanın ruhuna, kalbine, aklına ve nefsine seslenişidir. Kuran ile birlikte hayat, şanı yüce olan Allah ile sürekli bir konuşma ve irtibat kurmadır. Kuran; Allah'ı, isimleri, sıfatları ve fiilleri ile tavsif eder. Mucizevi kudretini, engin ve geniş rahmetini, yani isim ve sıfatlarının kapsamlı bilgisini belirterek insan neslinin kavrayabileceği bütün niteliklerle O'nu vasfeder.
Kuran'ı nasıl okuyalım? Onu sırf okumak için mi okuyalım? Onu, ahireti ummak, ölümü anmak, mahşer ve hesabı hatırlamak için mi okuyalım?
Kuran'ı, belagatine hayran olalım; üslubunun güzelliğiyle şenlenelim diye mi okuyalım? Yoksa araştırma ve incelemeler yapmak için mi? Veya ekonomik, sosyal, psikolojik ve ahlâki nazariyeler tesis etmek için mi okuyalım Kuran'ı?
Bu şıklardan istediğimizi tercih edebiliriz, farkı yoktur. Kuran okumamızın amacı, bunlardan hangisi olursa olsun, karşılığında mutlaka mükafat vardır, yeter ki Allah'a yönelelim ve yaptığımız şeylerin hepsinin gayesi Allah’ın hoşnutluğu olsun.
O halde Kuran okumanın, Kuran dinlemenin, Kuran’dan etkilenmenin ve huşu ile kendini ona vermenin yegâne amacı hidayete erişmektir. Allah'ın kitabında indirdiği hayat yolunu benimseyip ona uymaktır. Bir başka ifadeyle dinlenen ve okunan kitabın bir hayat görüşü haline dönüşmesidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Kuran, önce fıtratın ısrarlı sorularını cevaplandırır. İster mümin (inanan) ister kafir (inanmayan) olsun; ister doğru yolda yürüsün ister yolunu yitirsin, insan oldukları için her insanın karşı karşıya olduğu ve cevaplandırmak üzere şuurlu veya şuursuz olarak düşündüğü, kaçınılması mümkün olmayan soruların cevabını verir.
Allah (CC), tüm bu soruların yaşamın esasını oluşturduğunu, bütün sapıklıkların bunların yanlış cevaplandırılmasından kaynaklandığını ve en büyük hidayetin de yine bu sorulara verilen sağlam doğru cevaplardan oluştuğunu bildirir. Bu nedenle görüyoruz ki uluhiyet (ilahlık) problemi, Kuran’ın ana mihverini teşkil etmekte ve en çok konuşulan konuyu meydana getirmektedir. Kuran, bu probleme olağanüstü önem vermekle beraber öteki soruları cevaplandırmayı da ihmal etmez:
Kuran, uluhiyet meselesini detaylı olarak açıkladıktan sonra insan probleminden de geniş bir şekilde bahseder. Şöyle genelleyebiliriz: Belli başlı mesele, uluhiyet meselesi ile ubudiyet (kulluk) meselesidir. Bu iki probleme insan, kâinat ve hayat ortaklaşa katılır. Çünkü "Göklerde ve yerde bulunanlar hep O'na aittir, hepsi O'na boyun eğmiştir" (er-Rûm, 30/26).
Bu meseleler içerisinde en büyük ve en önemli rolü insan oynar, Çünkü bütün yaratıkların taşımaktan ve yüklenmekten kaçıp durdukları "emaneti” omuzlayan biricik varlık odur.
Kuran'ın en önemli konusu akidedir (inançtır). Biz burada tekrar edecek değiliz. Ne var ki "Kuran'ı nasıl okuyalım?" sorusuna cevap vermeye çalıştığımız için elbette bu gerçeğin şuurumuza ve duygularımıza eşlik etmesi gerekir. Kuran, akide meselesine "Allah'tan başka ilâh bulunmadığını" kabul etmeyen putperest Araplarla mücadele ettiği için bu derece özen göstermiş değildir. Odak noktasını akide oluşturduğu için bu meseleye böylesine ihtimam göstermiştir.
Kuran, akide (inanç) meselesine çok önem verir. Çünkü insan bakımından akide, bir yaşam meselesidir. Çünkü beşeriyetin, tarih içerisindeki bütün sapıklıkları akide konusundaki çeşitli saplantılarından kaynaklanmıştır. Yalnız Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamber olarak gönderilişinden önceki Arap Yarımadası'nda yaşayanlar değil, bugün de yarın da insanoğlu akideyi kavrama, değerlendirme ve yaşama konusunda her zaman için sapkınlığa müsaittir. Akide konusundaki sapmalara paralel olarak insanın hayatında da sapıklıklar başlar.
Allah'ın azap ve gazabından korkutma telkinleri ile Müslümanları şehvetlerinin baskısından kurtarıp, arzularının dizginlerini ellerine vermek suretiyle terbiye etti. Mali şehvetten (cazibeden), cinsi şehvetten, başkalarına üstün gelme şehvetinden, yaralama, dövme ve aşağılama şehvetinden veya bizzat hayatın şehvetinden (cazibesinden) kurtararak terbiye etti. Kuran, aynı şekilde onları olayların içinde yaşarlarken terbiye etti. Zaten Kuran’ın indirilişi de yaşanılan çeşitli olaylar vesilesi ile olmuştur ve bugünkü modern insanın tahsil süresine eşdeğer olmuştur.
Resulullah'a (s.a.) isyan konusunda kendilerini şiddetle kınayarak uyardı. Sonra da lidere itaatin gereğini belirterek terbiye etti. Ve Peygamberimiz bu itaati “beni kendi özünüzden daha çok sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsınız” diyerek bir sevgi haresi ile çerçeveledi. İmani duyguların ve düşüncelerin muhakkak realiteler dünyasında mevcut olan bir davranış biçimine dönüşmesi gerektiğini, Allah'ın ancak böyle davranışları kabul ederek kendilerini buna göre sevap (ödül) kazanacağını söyleyerek terbiye etti.
Nur Suresi'nde; "İfk (iftira) Olayı" dolayısıyla apaçık belgeler olmadıkça kimseye leke sürmemelerini söyleyerek terbiye etti. Kadınlarını açık saçıklıktan, gözlerini haramdan korumalarını, evlerine girdikleri zaman kendi kendilerine selam vermelerini ve başkalarının evine izinsiz girmemelerini belirterek terbiye etti.
Doğrusu biz Allah'ın, "Muhakkak ki Allah; Rezzaktır, güç sahibidir" diye okurken hemen "bunda şüphe mi var" der, "Allah'tan başka rızık (imkanlar) veren var mı ki" diye söyleniriz. Biz bunu huzur, emniyet ve güvenli rızık konusunda rahatlıkla söyleriz, ama rızkımızın kesileceğini hissettiğimiz veya ileride biraz sıkılacağımızı anladığımız zaman hemen bu inancımız sarsılır ve yıkılmaya başlar. İşte o zaman unuturuz her şeyi, zannederiz ki insanlardan birinin elindedir rızkımız. Halbuki hayır da şer de O'ndandır. Fakat unutur, saygınlığımızı yitirir, falancaya rızkımızı kesmemesi için yalvarmaya başlarız. Sonra kendi kendimize sebeplere sarıldığımızı zannederiz.
Biz Kuran'ın ayetlerini okurken ashab-ı güzinden (peygamberimizin seçkin arkadaşlarından) ilk neslin, o ayetlerle terbiye edildiği gibi terbiye edilmeye muhtacız. Ancak o zaman bu ayetler zihni bir gerçek olmaktan çıkar, akide haline dönüşür. Kalbimizde yer eden sağlam bir şey olur. Pratik hayatımızda itici bir güç haline gelir. Mükemmel bir düşünce ve bu düşünceden kaynaklanan bir davranış şeklini alır. İşte İslam'da akide, insanın hayatında böylece yer eder.
Kuran-ı Kerim'in akide gerçeklerini, ruhların düzeltilip terbiye edilmesi konusunda en iyi biçimde kullandığı yerlerden biri de kıyamet sahneleri ve ahiret gününden söz eden bölümleridir. Biz daha önce dedik ki ahirete iman konusu, Kuran'ın çeşitli yerlerinde doğrudan doğruya Allah'a iman konusuyla bağlantılı ve onun devamı şeklinde yer alır. Kuran'ın akide konusunu sergileyişinin ardından terbiye prensiplerinden söz ederken bir kere daha deriz ki Kuran; akide meselesini yani uluhiyet davasını ruhların terbiye edilip düzeltilmesinde nasıl bir araç olarak kullanıyorsa ahiret mevzusunu da aynı şekilde ve aynı hedefe yönelik olarak kullanmaktadır. Şimdi meseleyi, bize gerekli olan yönüyle ve Kuran'da okuduğumuz ahiret konularını düşünürken biraz daha aydınlatmamızda yarar var. Kuran-ı Kerim'in kıyamet sahnelerini sunuşu, ruhlara en çok tesir eden bölümlerden biridir. Çünkü bu sunuşlarda olağanüstü bir canlılık ve dinamizm vardır. Kuran, bu sahneleri canlandırarak insanın bilfiil yaşadığı bir tablo halinde his dünyasına aktaracak biçime dönüştürmektedir. Bu tabloların içerisinde günlük hayatın pratiklerini bulmaktayız. Dünya tümüyle gelip geçmiş bir mekan manzarası kazanmakta; geçmiş ve bitmiş, artık var olmayan bir şey haline gelmektedir. Hisleri gelişmiş insanlar bir yana normal duyu sahiplerinin bile vicdanen bu tabloların etkisinde kalmadan veya müteessir olmadan okuyup geçmesi imkansızdır.
Söz gelimi, küfürden söz eden ayet münasebetiyle azap tabloları sergilendiğinde burada kastedilen anlam açıktır. Ama şu ayetlerde olduğu gibi dolaylı bir işaretle gelirse: "Kim dünya nimetini isterse bilsin ki, dünyanın ve ahiretin nimeti Allah'ın yanındadır. Allah, Semi ve Basir (Duyan ve Gören) olandır. Ey iman edenler; kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa Allah için şahid olarak adaleti gözetin. İster fakir ister zengin olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır" (en-Nisâ, 4/134-135). Burada kastedilen terbiyevi mana, adaleti uygulamaktan kaçındıkları, dünya nimetlerinin peşinden koşarak Allah için dürüst şahitlikten çekindikleridir.
Bizim vereceğimiz fiili karşılık, farazî olarak "ne mutlu onlara” demekten öteye geçmez. Sonra eski durumumuza aynen devam eder ve kendimizi infak ve harcamaya yöneltmeyiz. Sanki bu ayette söz konusu edilenler, bizim dışımızda kalan bir topluluktur ve sırf hayretimizi uyandırsın diye örnek olarak verilmiştir. Halbuki bu ayette kastedilen terbiye dersi, kendi nefsimizle derhal bir hesaplaşmaya girmemizdir. Bu hesaplaşma, yorucu ve uzun süreli olabilir. Ama biz, bu emri yerine getirmezsek ve sadece temenni ile yetinirsek buradaki terbiye dersi duyularımızdan uzak kalır ve Kuran’ın ayetlerini (işaretlerini) açık bir kalple okumamış oluruz. Böylesi sadece ayete bakıştan öteye geçemez. Keza biz, Allah’ın ayetlerini okuduğumuz zaman almamız gereken terbiye dersi, hemen (kolları?) sıvamak; vakti geldiği zaman iman borcunu ödemek üzere kendimizi hazırlamaktır.
Allah’ın "işte onlar temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olan mirasçılardır" (el-Mü’minûn, 23/11) ayetinden almamız gereken ders şudur: Pratik davranışlarımızı mutlaka ayette nitelendirilen davranışlar şekline döndürmeliyiz. Bu çizgiden uzak bulduğumuz hareketlerimizi düzeltmeye çalışmalıyız.
Kuran-ı Kerim bize, "Kim dünya hayatı ve onun ziynetini istiyorsa orada onlara işlerinin karşılığını eksiksiz veririz, orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. Onlar ahirette paylarına ateşten başka bir şey düşmeyen kimselerdir. Dünyada ürettikleri boşa gitmiştir, yapıp ettikleri de geçersizdir" (Hûd, 11/15) buyuruyor.
Mesela bugün Avrupa'nın durumu işte budur. Allah, onlara dünya hayatında çalışmalarının karşılığını vermiş, hiçbir şeylerini eksik bırakmamıştır. Kendilerine her türlü imkanı vermiştir. Kuvvet, servet, yeryüzünde üstünlük ve hâkimiyet ... Allah’ın bu kanunu ayetin içinde mevcuttur: "Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler" (el-En‘âm, 6/44).
Bu kanun, Allah'ın küfreden (nankörlük eden) insanlara ihtarıdır. Bugün beşeriyet, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir küfür bataklığına düşmüş ve yine tarihin hiçbir döneminde meydana gelmeyen küfür şımarıklığı içerisine girmiştir. Bunun için de Allah, insanlar arasında kendi kanun ve tehdidini uygulamış; insanları bölük bölük ayırmış ve birinin acısını ötekine de tattırmıştır. Sonra da yarattıkları içinde en bozguncu olan bir milleti seçerek beşeriyete içine düştüğü küfür şımarıklığının cezasını tattırmak istemiştir.
KUR’AN MEKKÎ VE MEDENÎ
"Ey İman Edenler! Sizi elim bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve Resulü'ne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla (kendiniz şahsen) Allah yolunda hizmet edersiniz; bir bilseniz böyle hareket etmek, sizin için ne kadar da hayırlıdır!" (es-Saf, 61/10-11).
Kuran-ı Kerim, onların önceki itikadi bilgilerini gerçek bilgi saymamış ve bu önceki bilgilere yenilerini eklememiştir. Aksine bütün eski bilgileri silmiş, bunları "bilgisizlik" ve "cehalet" olarak değerlendirmiştir. Araplara da "bilmezler" nazarıyla bakarak yeniden işe başlamıştır. Çok daha garibi sıfırdan işe başlarken doğrudan doğruya kendilerinin sahip oldukları bilgileri ve açıklamaları tashih etmiştir.
Arapların Allah hakkındaki malumatını araştıracak olursak görürüz ki Kuran-ı Kerim, bütün bu bilgilerle içli dışlı olmuş ve bunları onların aleyhinde bir unsur olarak kaydetmiştir. Fakat bilgi olarak değerlendirmek için değil; onlara dayanarak bilgilerini artırmak için de değil; katiyen... Aksine hepsini silmek ve yeniden işe başlamak içindir. Kuran'ın buradaki metodu, kendisine has dinamik ve inancı yaşanan davranış hâline dönüştürecek bir metottur.
Biz, Mekke’de inen surelerin (özel adlandırılmış bölümlerinin) belli başlı ve biricik konusunun akide konusu olduğunu söylemiştik. Akideye açılan en büyük kapı, bilgiyi canlı ve dinamik bir davranış haline dönüştüren Kuran'ın metoduyla Allah'ı bilmektir.
Medine’de inen sureler de akideden bahseder. Ancak bu surelerde akide konusu, Mekke’de inen surelerde olduğu gibi geniş bir alanı kaplamaz. Çünkü Mekki surelerde akide, bir inanç sistemi kurmak amacına yönelikti. Medeni surelerde ise hatırlatma amacı güdülmüştür. Mekke döneminde inanç eğitimi bilfiil akidenin kurulmasıyla tamamlanmıştı. Medine devrinde ise artık bir Müslüman toplum ve devlet kurulmaktaydı. Bu devlet ve toplumun düzenleyici hükümlere ihtiyacı vardı. Öncelikle düşmandan korunmak için cihad, sonra da İslam’ın yeryüzüne yayılması için mücadele gerekliydi. İşte bu sebeple her iki konu Medeni surelerde geniş bir yer kaplar. Düzenlemeler ve hükümler... Ve Allah yolunda cihad (savaş veya insanın özüyle mücadelesi)…
İslam’da ekonomik, sosyal, terbiyevi ve ahlaki birçok sistemler vardır. Ancak bu sistemlerden herhangi birini akideden ayrı olarak değerlendirmek, İslam'ın ruhunu yok eder.
İşte akideye dayanan ve akideden kaynaklanan düzenlemelerle kanun gücüne dayanan ve yönetmeliklerle korunan nizamlar arasındaki karakteristik fark budur!
Özetlersek, deriz ki: İslam’da bütün düzenlemeler akideden kaynaklanır.
Bilakis onlar dediler ki;
"Mühim olan akide değil, sistemdir." Baş başa kaldıklarında ise ideolojileri için, "demokrasi yalnız bir sistem değil, aynı zamanda bir inançtır, komünizm tek başına bir sistem olmaktan çok bir inançtır".
Sonra da "İslam'ın düzenlemeleri XX. yüzyılda uygulamaya elverişli değildir" dediler.
Öyleyse bizim için gerekli olan, yalnız ve yalnız kendi öz değerleriyle dinimizi öğrenmektir. Ve İslam’ın gerçeklerini bu dinin düşmanlarından öğrenmemektir.
Medine'de inen surelerde akide ile hüküm arasında mükemmel bir bağlantı kurulduğunu görüyoruz. İşaret ve uyarıların ötesinde bu husus doğrudan dikkatleri çekmektedir.
Bütün bu ayetlerin anlamı odur ki, imanın gerçek göstergesi, Allah'ın buyruğuna ve hükümlerine teslim olmaktır.
Ayetin akışı öyle bir duygu ilham etmektedir ki, okuyanlar İslam'ın hükümlerinin bu dinin kendisi olduğunu, bunun bir nimet olduğunu ve bütün bu nimetlerin de İslam’dan ibaret olduğunu anlamaktadırlar.
İnsan, ayetin devamını düşünmeden bunları okuyup geçemez. Görülüyor ki boşanma ile ilgili hükümleri belirleyen ayetlerin arasında namazdan bahsedilmektedir. Hâlbuki bu meselenin tamamlanması için sadece üç ayet kalmıştır ve on beş hükümlük boşanma prensipleri böylece son bulacaktır. Ancak bakıyoruz ki boşanma ilkelerinin bitmesi beklenmeden araya namazla ilgili iki ayet yerleştirilmiştir. Şüphesiz bunun bir amacı vardır ve bu amaç, bu dinin şeriatla ibadet arasında bir ayırım yapmadığını açıkça göstermektedir. Çünkü her ikisi de dinin nazarında birdir ve aralarında fark yoktur.
Müminlere gelince... Onlar kesin olarak şu ilkeye inanıyorlardı: "La İlâhe illallah" diyerek şehadet getirmek, Allah'ın indirdiğine tâbi olmaktır ve Allah'ın buyruklarıyla hükmetmek için verilmiş bir sözdür. Bu yapılmadığı takdirde kişinin münafık sayılacağını ve Müslümanlık diye bir şey kalmayacağını kabul ediyorlardı.
Muhammed Kutub’un Kur’an’ı Nasıl Okuyalım? isimli kitabını (*) size kısaca özetlemeye çalıştım. Gayem yüce yaratıcının, Rabbimizin (terbiyeci) bize hitabını kendi başınıza da okuyup anlamanız ve tabii ki işin uzmanlarını da takip ederek, sorarak yönünüzü hep doğruda tutmanızdır.
(*) Kutub, M.(2021) Kur’an’ı Nasıl Okuyalım? Risale Yayınları. (“Dirasat Kur’aniyye” kitabından “Keyfe Nekrau’l Kur’an?” bölümü.