Sadece 29 yaşında “bekleme odası” olarak gördüğü dünyaya arkasını dönüp, gitti. Daktilo edilmiş olarak bıraktıkları, günlükleri, doğru edisyondan geç-e-meyen notları, dedikoduya dönen ufak bilgi kırıntıları sanatından çok hikâyesini konuşmamıza neden oldu. Peki olması gereken bu muydu?
Birkaç haftadır hangi işle ilgilenirsem ilgileneyim zihnimin arkasında Nilgün Marmara var. Onun şiirleri, okurken aklımda oluşanlar, bana hissettirdikleri… İnsan düşündüğünü kendisine doğru çekiyor, doğru. Kısa bir süre önce bir arkadaşımın evinde gördüğüm ahşap tablonun Kağan Önal’a ait olduğunu öğrenmem de bu zihin jimnastiğinin sonuçlarından olsa gerek. Tüm bu parçaları toplayıp, Nilgün Marmara’ya hangi açıyla bakmam gerektiğini düşünüyorum. Onu anlatan kelimeleri düşünmeyi öğütlüyorum kendime ve şunları not alıyorum: Yalnızlık, kendilik, bunalım, umutsuzluk, yabancılaşma, intihar.
Nilgün Marmara, annemden birkaç yaş büyük. 13 Ekim 1987’de intihar ettiğinde ise ben henüz dört aylık bir bebektim. Adını andığımızda hayattan yorgun düşen, hastalığıyla mücadele edemeyecek hâle gelen bir kadın geliyor gözlerimizin önüne. Yani hikâyenin özetini veya anahtar kelimelerini çok iyi biliyoruz; genç yaşta intihar eden yetenekli kadın şair. Peki Marmara bunlardan mı ibaret?
“Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte.” diyordu veda ederken hayata. 1958’de Moda’da doğmuştu. Marksist bir babanın kızıydı. Balkan göçmeniydiler. Kadıköy Maarif Koleji’nde okudu. Ardından da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne başladı. Ancak okuldaki siyasi gerginlikler çok fazlaydı. Bu nedenle yeniden sınava girdi. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı. Okuldan, “Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” teziyle mezun oldu. Plath üzerinde çalışmaya, düşünmeye de aynı yıllarda başladı. Şiirler yazıyordu ama bunları kimseyle paylaşmıyordu. Kısa süreli işlerde çalıştı. 1982’de Kağan Önal’la evlendi. 16 ay Libya’da yaşayıp, İstanbul’a döndüler. Kızıltoprak’taki evleri şairlerin, yazarların buluşma noktası oldu.
Biz o günlere odaklanalı, bir süre orada kalalım. O günlere çok sayıda anlatı, hatıra var. Bazı fotoğraf kareleri de... Bir tanesinde – belki de malum pencerenin hemen yanında – kameraya gülümsüyorlar sırayla; Nilgün Marmara, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Günseli İnal, Tomris Uyar, İlhan Berk, Tevfik Akdağ, Yağmur Denizhan ve Cemal Uzunoğlu. Objektifte ise Kağan Önal var. Marmara, manik – depresifti ve bu hayatın normalden çok daha zor olduğu anlamına geliyordu. Bir gün eşine not bırakarak intihar etti. Bu intihar, beraberinde çok sayıda dedikoduyu, suçlamayı, farklı teorileri getirdi. Kimine göre bu intihar bir ihmaller zincirinin sonucuydu. Kimine göre cinayetti. Kimine göre de acı bir hatıra… Yıllar sonra Kağan Önal ise şunları yazacaktı: “Oysa Nilgün’ün tedavi olması gerekiyordu ama o doktordan kaçıyordu. Doktor, geldiğinde evde olması gerekirken evde değildi. Doktor beklemişti. Gelince de konuştular... Doktor bana ‘İşiniz çok zor! Tedavi olması lazım ama çok zeki ve kültürlü. Yani en zor vakalardan...’ demişti. Çünkü iyileşmesi için entelektüel faaliyetlerde bulunmaması gerekiyordu. İlacı dayayacaklar ve uyuşacaktı. Orta kültür ve zekâlı durumlarda bu hastalık genelde 20’li yaşlarda ortaya çıkarmış, Lityum tedavisi ile başarılı olunurmuş. Ancak Nilgün bu tipte değildi. Tedavi olması, buna ikna olması, tedaviden memnun kalması hepsi ayrı bir dertti. Dolayısıyla tedavi olmadı. Öldüğü gün bana tedaviye tekrar başlayacağına dair söz vermişti.”
Ölümü edebiyat dünyasını uzun süre meşgul etti. Yakınları çok üzgündü. Cemal Süreya o günlere dair şunları anlatıyordu; “Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış, Ece Ayhan söyledi. (…) Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.”
Sırayı Ece Ayhan’a verelim: “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde de Marmara’dan bahseden Ayhan, “Nasıl İsmet Özel cumhuriyetle yaralı ise Nilgün Marmara da dünyayla yaralı” diyordu. Elbette sadece bu iki yorum değil, ölümü üzerine, intihar etmesi hakkında, yaşadıklarıyla ilgili onlarca yorum yapıldı, anı, hatıra anlatıldı.
Arkasında bıraktıklarına gelirsek... Evindeki defterleri annesi Perihan Marmara, Günseli İnal’a teslim etti. İnal, uzun yıllar tartışılacak edisyonlarla bu notları kitaplaştırdı. Defteri uzun yıllar sonra, üstelik bazı deformasyonlarla aileye iade etti. Yeniden basımlar yapıldı, Nilgün Marmara’yı anlamak için yeni yollar olabileceği ortaya çıktı.
Marmara, “Istıraplar içinde, sadece ölümü ve arada da şiiri düşünen, asık suratlı, sinik ve sonuç olarak intiharından ibaret birisi” değildi. Yaşanan her şey onun hayatını öne çıkarırken, sanatını arkaya doğru itmiş görünüyor. Neden öldü, niçin yaptı, Sylvia Plath’e mi öykündü, onu Plath’a benzetenler kimdi, bu kadar acının pop bir hikâyeye dönüşmesi şiirine ne yaptı?
Marmara’nın dilini, imgelerini, oluşturduğu evreni anlamak için daha yolun başındayız. Hatta henüz yolda bile olmayabiliriz. Etrafı kalabalıklaştığı için “pop” bir malzemeye dönen şaire, yabani yollardan bakmak... Galiba çözüm, şairi unutmaktan geçiyor. Her şeye sıfırdan başlamak için Nilgün Marmara’yı unutmalı, sonra onu yeniden tanımalıyız. Hikâyesinden değil şiirinden başlayarak…