
Oyunculuğa tesadüfen adım attığını söyleyen Gökberk Demirci, “Oyunculukla hiç alakam yoktu. Teyzemin restoranında çalışıyordum, o zamanlardan bir arkadaşım beni bir yere davet etti. ‘Gel, sen seversin oraları’ deyince gittim, meğer dizi setiymiş. Şaka sanıyordum. İçeri girdiğimde Türkan Şoray karşımdaydı, gerçeklik algımı yitirdim. Orada kendimi keşfettim, yapabileceğime inandım ve bu yola girdim” diyor.
Televizyon ve sinema dünyasının başarılı isimlerinden Gökberk Demirci, kariyerinde birçok önemli projede rol aldı. 2019-2022 yılları arasında Kanal 7’de yayınlanan “Yemin” dizisinde başrol oyuncusu Emir Tarhun karakterini canlandıran Demirci, 2023-2024 sezonunda Kanal D’nin “Üç Kız Kardeş” dizisinde Kartal rolüyle izleyici karşısına çıktı. 2024 yılında ise Kanal D’de yayınlanan “Yalan” dizisinde de Savcı Yaman rolüyle yer aldı. Sinema alanında da aktif olan oyuncu, 2023’te “Köy Düğünü” filminde Emre karakterini canlandırdı. 2024’te başrolünü üstlendiği “Gidersen Gitme” filmiyle de dikkat çeken Demirci, televizyon ekranlarında farklı türlerde yapımlarda da yer aldı. Diğer projeleri arasında “Arka Sokaklar”, “Adını Sen Koy” “Hayatımın Aşkı”, “Osmanlı’da Derin Devlet” ve “Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam” bulunuyor. Yeni Şafak Pazar olarak; Önümüzdeki yıl Ramazan ayında TRT 1’de yayınlanacak olan “Vefa Sultan” dizisinin ikinci sezonunda, Zülfikar Ağa karakterine hayat verecek olan Demirci ile geçtiğimiz hafta TRT Uluslararası Film Platoları’nda bir araya geldik.
Sokakta büyüdük saat kavramı yoktu
Aslen Adanalıyım ama orada hiç yaşamadım. Sadece ziyaretlerde bulunduk; aile büyükleri vardı. Babam denizaltı subayıydı, bu yüzden sürekli tayinlerimiz çıkardı. Çok seyahat ettik. Aslında çok farklı bölgelere değil ama şehir içinde oldukça fazla taşındık. İzmir’in ve İzmit’in farklı semtlerinde yaşadık. En çok da İzmit’in Değirmendere adlı küçük bir sahil kasabasında kaldık.
Evet, tam anlamıyla sokakta büyüdük. Bir dönem askeri lojmanlarda yaşadık. Lojmanlar dışarıya kıyasla daha korunaklı alanlardı. Bu yüzden çocukken saat kavramımız yoktu; özgürce sokakta oynardık. Bugünün çocuklarının ne yazık ki pek deneyimleyemediği bir şey bu.
Değirmendere’deki gençlik yıllarım çok güzeldi. Hiç kopamadığımız bir arkadaş grubumuz vardı. Mahallede tanınır, bilinen bir gruptuk. Hatta o zamanlar ‘mahallenin popüleri’ falan derlerdi ya, işte öyle bir dönemdi bizimki. Eğlenceli bir çocukluk ve gençlik geçirdim, hâlâ da geçiriyorum diyebilirim.
Film gibi. Oyunculukla hiç alakam yoktu. Hatta küçükken ne olacağımı bile bilmiyordum. Spora meraklıydım. Boksa başladım, ardından kickboks ve muaythai derken maçlara çıkmaya başladım. O dönem hayatım spordan ibaretti diyebilirim. Kendimi o dünyaya ait hissediyordum. Sonra askere gittim, geldim. Oyunculuk askerden sonra başladı. İzmit’teydim o sırada. Teyzemin Gölcük’te küçük bir restoranı vardı, ona yardım ediyordum. O zamanlardan bir arkadaşım beni bir yere davet etti: “Gel, sen seversin oraları” dedi. Gittim, meğer bir dizi setiymiş ama benim haberim yok. Set ortamını bilmeden kendimi orada buldum. Ayaküstü tanışmalar, muhabbetler derken bir anda setteydim.
Evet. Hatta o arkadaşımın bile haberi yoktu. Telefonumu cebimden almışlar, ulaşamamış bana. Sonra beni kostümle görünce o da şok oldu. Ben de aynı şekilde. Şaka sanıyordum. Beni bir odaya aldılar. içerisi kameralar, telsizler, monitörlerle dolu. Yönetmen karşımda oturuyor. Bir baktım, Türkan Şoray! O an birkaç saniyeliğine gerçeklik algımı yitirdim. Çünkü çocukluğumdan beri televizyonda gördüğüm biri bir anda karşımdaydı. Sonra olaylar gelişti. Belki klişe olacak ama gerçekten bir keşfedilme hikâyesi gibi. Ama en önemlisi, ben orada kendimi keşfettim. Yapabileceğime inandırıldım. Kendimi ait hissettim ve bu yola girdim.
Aslında o dönemler hayatım tamamen spordan ibaretti diyebilirim, bireysel olarak özellikle. Sporla ilgili her şeye çok meraklıydım, elimden geldiğince her alanla ilgilenmeye çalışıyordum. Tabii biraz klişe olacak ama, o dönem deli gibi Rocky Balboa ve Sylvester Stallone hayranıydım. Rocky serisini neredeyse 50 kere izledim diyebilirim. O filmler bana büyük bir motivasyon sağladı. Çevremde bu alanda olan insanlar da vardı ve kendimi bir anda ringde buldum. Tabii bu, sıkı eğitimler, idmanlar ve disiplinli bir tempo demekti. O süreç bana hem mental hem de fiziksel olarak çok iyi geldi, kendimi çok rahatlamış hissediyordum. Uzun bir süre devam ettim bu spora; o dönemki hayallerim, umutlarım hep o yöneydi. Sonra hayat sürprizlerle dolu ve oyunculuk kapımı çaldı. İkisini bir arada yürütmek zordur diye düşünüyorum, o yüzden Muay Thai ve dövüş sporları zamanla hobi olarak kaldı. Ama hâlâ o ringi hayal eder, dövüş sporlarını izlerken heyecanlanırım.
“Yemin”, benim için çok büyük bir adımdı. Adeta okyanusa açılmak gibiydi. Emir karakteriyle aramızda çok güçlü bir bağ oluştu. Daha senaryo aşamasındayken bizi adeta birleştirdiler. Hiç yabancılık çekmedim, rolü içselleştirdim. Sette çok şey öğrendim. Kamera önü ve arkası, setteki uyum, iş ahlakı... Bir görüntü yönetmenimiz vardı, Ömer abi. Bana hep “Ensende gözün mü var?” derdi. Çünkü kamera dilini o kadar iyi öğretti ki, artık refleks haline gelmişti. Günlük dizi temposu çok yoğundu ama ekip olarak çok eğleniyorduk.
Her karakter bilmediğim bir dünyaya yolculuk gibi
Elbette. Her karakter benim için bir içsel yolculuk aslında. Farklı hikâyeler, farklı dünyalar, dokular, tatlar… Her biri birer macera gibi. Karakter analizinden başlayıp onu içselleştirmeye, sonra da dış dünyaya aktarmaya uzanan bir süreç bu. Karakterle bir tür alışveriş gibi; biraz ondan biraz bizden bir şeyler buluşuyor orta yerde. Bu süreç bazen çok derin yerlere dokunabiliyor. Kendi hayatımda adını bile bilmediğim duygularla tanışmama vesile olan karakterler oldu. Duyarlılığımı artıran, bakış açımı değiştiren roller oynadım. O yüzden her yeni karakter, tıpkı farklı bir film izlemek gibi. Her biriyle başka bir dünyaya yolculuk yapıyormuşum gibi hissediyorum. Her karakter beni dönüştürüyor.
Ben senaryo okurken kendimi o dünyanın içinde hayal etmeyi çok severim. Eğer okurken bir sahneyi yaşıyormuş gibi hissediyorsam, oraya ait olduğumu da hissederim. Zülfikar Ağa karakterinde ve Vefa Sultan dizisinde bu hissi fazlasıyla yaşadım. Laf olsun diye söylemiyorum; gerçekten içime doğdu bu rol. Uzun zamandır bu kadar farklı bir karaktere hayat vermeyi istiyordum. Hem karakter hem hikâye açısından çok kıymetli bir işin parçası oldum. Dönem işi olması zaten başlı başına ayrıştırıcı bir özellik. Ama Zülfikar özelinde konuşacak olursam, son projelerimde canlandırdığım karakterlerden çok daha sert, dinamik, heyecanı yüksek bir karakter. Derinlikli, uçları olan bir yapısı var. Spoiler vermek istemem ama şunu söyleyebilirim: O kostümü giyip sette, o kapıdan içeri adım attığım anda Gökberk’ten, bugünden hiçbir şey kalmıyor. Sanki gerçekten o dönemde yaşıyorum, o karakterin içindeyim. Setin mimarisi, dekoru, kokusu bile insanı bambaşka bir yere taşıyor. Aidiyet duygusunu orada çok yoğun yaşıyorum. Bu duygu da beni inanılmaz motive ediyor. Her karakter gibi Zülfikar da bana çok şey katıyor ama onu özel yapan şey, beni büsbütün dönüştürmesi diyebilirim.

Huzuru evimde ve doğada buluyorum
Elbette oyunculuk çok keyifli ve iyi hissettiren bir iş ama gerçekten yorucu da olabiliyor. Dışarıdaki insanlar bunu tam anlamıyla kavrayamayabiliyor. Yoğun tempo, yüksek adrenalin, koşturma. Bunlar işin içinde sürekli var. Şu anda dönem işi çekiyoruz, kalabalık bir setimiz var, yaz mevsiminde sıcak kostümlerle çalışıyoruz. Bu yüzden fiziksel yorgunluk da çok fazla. Yıllardır bir rutine sahibim diyebilirim; aslında biraz evcimenim ve evde vakit geçirmeyi seviyorum. Örneğin, sabah kalktığımda önemli durumlar olmadığı sürece telefonuma hemen bakmamaya çalışıyorum. Kitap okuyorum, zihnimi dinlendirmeye özen gösteriyorum. Çünkü beden kadar zihnimiz de yorulabiliyor, özellikle yoğun tempoda çalışırken. Set dışında daha çok sakinlik ve huzur arıyorum. Çok sevdiğim bir köpeğim var, onunla vakit geçirmek benim için terapi gibi. Doğa yürüyüşleri yapıyorum, deniz kenarlarına gidiyorum. Köpeğimin arkadaşlarıyla buluşup oynaması da beni mutlu ediyor. Son birkaç projedir, setten arta kalan zamanlarımı mümkün olduğunca evimde ya da sessiz, doğayla iç içe ortamlarda sakin geçirmek için çabalıyorum. Bu şekilde hem fiziksel hem de zihinsel yorgunluğumu atıyorum.
Antikanın yakışmayacağı yer yok
Aslında bu tutku bana kimse tarafından miras kalmadı ya da birinin yönlendirmesiyle başlamadı. Annem vefat ettikten sonra, bir antika dükkânının önünden geçerken ilgim kendiliğinden ortaya çıktı. O dönemlerde antikalar benim için adeta bir terapi oldu. Dükkânları gezmek, ürünlere dokunmak, tarihlerini, kökenlerini, sanatçılarını öğrenmek. Bunlar anlatılamayacak kadar büyüleyiciydi. Para kazanmaya başlayınca antikaları toplamaya başladım. Zamanla bu tutku daha da büyüdü ve şimdi evim bir müze gibi oldu diyebilirim. Yakınlarım da evimi hep böyle tanımlıyor. Onların yaşanmışlıkları, enerjileri beni çok etkiliyor. Bu enerjinin bana geçtiğine inanıyorum ve bugüne kadar bu tutkuyla ilgili hiç olumsuz bir yorum almadım. Öğrendikçe daha seçici oldum; her şeyi toplamak yerine en iyilerini almaya çalışıyorum. İyi bir koleksiyoner olduğumu düşünüyorum ve herkese de antikalarla küçük dokunuşlar yapmayı tavsiye ederim. Çünkü modern bir eve bile tek bir antika parça eklendiğinde atmosfer tamamen değişiyor. Antikanın yakışmayacağı yer yoktur bence. Sonuç olarak, antikalar benim için sadece nesneler değil; manevi anlamda bana huzur ve keyif veren, hayatımı zenginleştiren bir tutku.

Gökberk bizim terapi merkezimiz
Son zamanlarda çevremden şöyle şeyler duyuyorum: “Gökberk bizim terapi merkezimiz.” Huzur köşesi gibi bir yer oldum galiba. Gerçekten çok sakin, kendi halinde biriyim. Spontane yaşıyorum ama bu kelime bazen yanlış anlaşılabiliyor. Benim için spontane; çılgınlık değil, akışta kalabilmek, her şeye açık olmak. Oyunculuk sayesinde zaten plan yapamaz hale geldim. Bu yüzden doğaçlama bir hayat yaşıyorum diyebilirim.