
Selamdan sonra;
Sevgili Santiago. Sana bu mektubu yazmadan önce işleneceğini herkesin bildiği cinayetinin hikâyesini yeniden okudum. O kırmızı pazartesi günü gözümün önünde bir kez daha canlansın diye. Uzaklardaki bir yakınım uzun zaman sonra hatırıma geldi hikâyenle birlikte. İçimde yazma isteğinin kıvılcımlandığı, herkese ve her şeye hikâye nazarıyla baktığım zamanlarımda dizginlenmeyen anlatma arzumdan bahsediyorum.
Her şeyden önce Kırmızı Pazartesi’yi tam üç defa elime alıp üç sayfa sonra bıraktığımı itiraf etmeliyim sana. Sonrasında ise üç defa baştan sona okuyacağımı bilemeden elbette. Çünkü bazı hikâyeler Santiago, vakti gelene kadar kendilerini mühürlüyor.

Santiago Nasar. Gabo, sana bu adı verirken Nasar’ın “yardım” kelimesiyle bağını biliyordu muhakkak. Zira ancak onun gibi bir oyunbaz, alnına vurulan ölüm damgası sebebiyle dostlarının hatta öz annesinin bile yardımı yetişmeyen birine bu adı vermeyi akıl ederdi. Bu oyunlar da olmasa Sucre’deki dostlarından Cayetano Gentile’in cinayetinin temsili olarak seni nasıl yazabilirdi ki? Seni vurdumduymaz biri olarak resmetse de ölürken bir demet gül gibi kucağında taşıdığın bağırsaklarını anlatmak eminim onun için de hiç kolay olmamıştır.
Sevgili Santiago, Cayetano’nun ailesinden kimse hayatta kalmayana dek yalnızca Gabo’nun muhayyilesinde gezinip durduğunu sen de biliyorsundur. Anlatma zamanı geldiğinde bile annesinin öğüdünün aklının kenarında olduğunu: “Senden bir ricam var. Cayetano benim kendi oğlummuş gibi davran.” Ne yaptığın ne yapmadığın, masum mu yoksa bir günahın taşıyıcısı mı olduğun önemli değil. Önemli olan, senin başına geleceklerin herkesçe biliniyor olması ve yine de herkesin bu bilginin ağırlığını taşımayı reddetmesiydi. İşte Gabo o ağırlığı sırtlamayı seçti seninle. Üstelik tam otuz yıl boyunca doğmasını beklediği bir bebek gibi içinde taşıdıktan sonra. Hikâyen, ölümün gündelik hayatta kol gezdiği, o zamanın Kolombiya’sında Gabo için her sabah yeniden doğan ve her öğlen yeniden ölen bir hikâyeydi. Bazı şeyleri anlatmanın yıllar alabileceğini, insanın içinde kıvrılan sözlerin saati gelene dek dışarı sızamadığını, vakti geldiğinde ise ancak kelimelerle var olabileceğini sizden öğrendim.
Santiago, sen bu romanda, kırmızıya boyanan o pazartesi günü insanların işitip de kulak asmamayı seçtikleri tüm seslerin yankısı olarak her şeyin merkezindeysen de hikâyeden en az payı da alan yine sendin. En az seni tanıdık. Merkezin merkezliğini silerek anlatmanın yolunu seninle öğrendim. İyi bir hikâyenin etrafına binlercesini ekleyerek bitimsiz bir ağa nasıl dahil olabileceğini, bir kişinin hikayesinden binlere nasıl ulaşılabileceğini. Koca kasabadakilerin hikayesini kapı kapı dinledim sayende. Kör satıcının, munis Arap göçmenlerin, yaşlı fahişe Cervantes’in, horoz ibiği çorbası içen kibirli piskoposun, dul Xius’un ölen karısının yaldızlı bir kuşa dönüşünün, hayalet köle gemilerinin... Dahası büyünün sıradanın içinde gizlendiğini ve kendini açık edebilecek olağanüstü bir hakikat bulduğunda ortaya çıkabileceğini de. Ölümün sıradan olan her şeyi büyüleyebildiğini yine senin hikayenle öğrendim.
Dünyada anlatılan hiçbir ölüm seninki kadar geliyorum diyerek gelmemiştir diyordu anlatıcı. Daha ilk satırlarda ilan edilen ölümünle belirsizliğin ve sürükleyiciliğin kurmacada başat unsurlar olmadığını anladım. Hatta bunlarla nasıl alay edilebileceğini de. Sonun biliniyor olmasının yarattığı gerilimi, hikayeni okurken tattım. Neticeden haberdar olan ve o netice üzerinden bir geçmiş kurgulayan gazetecinin yaşadığı gibi.

Her duyarsız bakışta, her kayıtsız suskunlukta, ölüm adım adım sana yaklaşırken kollarını önlerinde bağlayarak; kapılardan, pencerelerden ve balkonlardan seyre duran her insanda toplumdaki derin ve onulmaz kayıtsızlığı gördüm.
O meşum olayla ilgili neler düşündüklerimi soracak olursan. Üzerinden yıllar geçen ilk gençliğimin ve Kırmızı Pazartesi’yi üçüncü kez okumamın ardından senin o evliliğin beş saat içinde sona ermesindeki payını sorgularken buluyorum kendimi. Hakikatin her zaman insanın gözünün içine sokulanda, anlatıcının ortaya attığında bulunamayacağını öğrenecek kadar çok kurmaca okudum sanırım. Bu yüzden anlatıcı dahi senin suçluluğun konusunda tereddütlü iken ben seni masumiyet karinesinden fazlasına tâbi kılabiliyorum. Angela’nın yıllar sonra kâtili işaret etmek için adını verip “Oydu.” demesi umurumda değil üstelik. İlk gençliğin kurban taşlarına döndüğü insanlık tarihinde iftira ilmeği boynuna geçenlerden biri gibi görünüyorsun olduğun yerden. Dalgalı saçların, göçmen çehren ve saf ketenden beyaz takımınla. Ağzında hep aynı cümle: “Beni öldürdüler Wene Hala.”
Şimdi bu mektubu yazıp zamanın bir yerinde açılacak bir şişeye koyuyorum. Belki bir gün, bir sabah vakti, dalgın bir anında ellerine ulaşır. O zaman şaşkınlıkla okursun. Hikâyenin sonunu değiştiremeyiz, biliyorum. Olsun, yine de yazmak istedim. Çünkü dünyanın ağırlığını hafifleten ancak sözlerdir.
Sonsuz sabahların birinden selamlar...