Ödülün karşılanma şekli bana bir kavram armağan etti: İmece usulü sevinç. İmece, birlikte iş yapmak, bir işi hitama erdirmektir biliyorsunuz. O iş bittikten sonra da küçük çapta bir şenlik olur. Mesela çocukluğumda kadınlar birlikte kilim ve halı dokurdu. Kilim bitip tezgâhtan indirildiğinde “el yeğniliği” olarak birlikte çerez yerlerdi. Okuyucularım ve dostlarım, birlikte bir kilim dokumuşuz da nihayet o gereken değeri görmüş gibi sevindi. Birbirinden habersiz ortak tebrik cümlesi şu oldu: “Hak edilmiş bir ödül, çok sevindik.” Ben de onların sevinmesine sevindim.
İlk izlenim üstadım Mustafa Kutlu’dan geldi. İlk öyküyü okuyunca aradı ve yeni bir dil inşa ettiğim için tekrar tekrar tebrik etti. Sonra kitap bittiğinde diğer öyküler üzerine de konuştuk. Kitapta geçen bazı tabirlerin izini sürdü. “Eyvah çanağı” nedir dedi mesela. Ki bu pek çok kişi tarafından soruldu. Sizinle bu söyleşi üzerine konuştuğumuz saatlerde kadim bir dostumdan şu mesaj geldi: “Dingin vakitler bulup huzurla okudum sandığında saklı olanları. Kıymeti bilinecek insanları göremeyen gözlere ışık sunmuşsun. Öznesi erkek veya kadın diyerek insanî sorunları, incelikle gerçek ve âdilce hikâye etmişsin. Eline yüreğine sağlık. Keşke bizler bu kavrayış düzeyinde samimiyetle bu konuları yere düşürmeden ve âdâbıyla sohbetini yapabiliyor olsak. Ne kadar çok insan inşirah bulurdu.”
Bazılarına karikatür bazılarına komedi filmi gibi geliyor. Sosyal medyada ebeveynlerinin, büyük ebeveynlerinin hal ve davranışlarını takipçilerine sunarak etkileşim almaya çalışanların sayısı her geçen gün artıyor. Yaşanmış anlardan tecrübe sahibi olmak değil, yaşanmışlıkları malzeme haline getirerek tüketime sunmak tercih ediliyor. Sosyal medyada bunun ekonomik karşılığı olduğuna, akletmeyen insanlar ikna edildi. Akletmek ile tecrübe sahibi olmak arasında doğrudan bir bağ vardır.
Bu bana çok sık soruluyor, ben de diyorum ki, beni sosyal medya kullanmayan yirmi kişi ile tanıştırın onların hikâyesini yazayım. Filmlerde cep telefonu kullanmayan kahramanların hikâyesi çok ilgimi çekiyor. Pandemi sonrası çekilmiş Avrupalı yönetmenlerin filmleri sosyal medya kullanmayan hatta cep telefonu bile olmayan kahramanların hikâyesi etrafında geçiyor ve ben bunu çok değerli buluyorum. Mesela Paterson, Düşen Yapraklar, Perfect Days filmleri sosyal medya kullanmayan, cep telefonu kullanmayan adeta 1970’lerin zaman diliminde kalmış kahramanları anlatıyor. Kitaptaki ikinci öyküde Paterson filmi önemli bir yer tutuyor diyerek okuyucularımı filme yönlendirmiş olayım bu vesile ile.
Tam tersine geçmişte takılı kalan tekno faşist karakterlerin doğuşuna tanıklık ediyoruz bu öyküde. Ezik ve silik Serkan karakteri üzerinden sosyal medyanın açtığı imkânlarla bireysel faşistin duygu dünyasına yolculuk yapıyoruz. Geçmiş, tecrübenin hanesinde kayıtlı tutulmaz ise hiç geçmiyor. Dolayısıyla insanlar olgunlaşamıyor.