“Yeni tip koronavirüs 10 yıl boyunca bizimle olacak. Yeni salgınlara hazırlıklı olmalıyız. Yeni bir normal tanımına ihtiyacımız var.”
Bu uyarı küresel toplumun COVID19 virüsünden haberdar olmasının birinci yıldönümünde, geliştirdikleri aşı ile milyarlarca kişinin umudu olan Dr. Özlem Türeci ile eşi ve Pfizer/Biontech’in Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Uğur Şahin’den geldi. Küresel salgının resmi verilere göre 1 yılda 1 milyon 817 bin 998 ( 31 Aralık 2020 verisi ) can alması dahi milyonlarca kişiyi maske ve sosyal mesafe kuralını uygulamaya ikna etmiş değil. John Hopkins Üniversitesi’nin açıkladığına göre 1 yılda 83 milyondan fazla vaka kaydedildi. Ancak bu sayı dahi toplumsal bağışıklık kazanılması için gereken miktarın gerisinde. Salgının küresel bir boyut kazandığının kabul edilmesinin ardından gündeme gelen “yeni normal” kavramı ise ne Türkiye’de ne de uluslararası ölçekte kabul görmüş değil. Nüfusu milyonları bulan metropoller gerek planlamaları, gerek konut ve iş yeri mimarileri gerekse ulaşım olanakları ile hem salgının yayılımı hem de virüsün ekonomiye verdiği zararla mücadele etmek için yeterli değil. Prof. Şahin, aşıyı geliştirmiş olmasına rağmen 10 yıl yeryüzünde yaşayacak bir virüs ve yeni salgın dalgaları hakkında bizi uyarıyor. Bundan almamız gereken ders yok mu?
COVID19 karşısında herhalde ilk hata bu virüse karşı yakın geçmişteki SARS ve MERS salgınlarına karşı uygulanan protokollerin uygulanması oldu. Bunu yalnızca bir kamu sağlığı problemi olarak değerlendiren otoriteler, COVID19’un bulaşıcılığını azımsarken havaların ısınmasıyla salgının son bulacağı ihtimaline sığındılar. Hatta ABD Başkanı Donald Trump’a göre salgının Nisan ayında son bulacağı öngörüsü, bugün önce ülkesinde yaşanan sağlık trajedisinin ardından seçimi kaybetmesinin sebebi haline geldi. Mart ve Nisan aylarında havaların ısınmasıyla salgının son bulacağına dair beklentinin karşılığının olmadığı anlaşılırken, bu kez karantina tedbirleri ile ekonominin nasıl bir arada yürüyeceği sorusu sorulmaya başlandı. Salgının basit bir kamu sağlığı meselesi olmadığı anlaşılmıştı ancak bu kez de yalnızca ekonomiye verdiği zarara yoğunlaştı yönetimler. Oysa virüs, tıbbi maske üretim imkanı olmayan Avrupa Birliği ülkelerine Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden gönderilen yardımlarla bir jeopolitik mücadele meselesi haline dönüşüyordu.
Bu dönüşümün internet alışverişini artırmak ve şehir içi ulaşımda yeni düzenlemeler yapmaktan ibaret olacağı düşüncesi bütün bir yaz mevsiminin de harcanmasına neden oldu. Güneşli günler ve açık havada geçirilen uzun saatler virüsün bulaşıcı gücünü azaltmış, toplumlarda rehavet oluşmasına yol açmıştı. Bu rehavet Eylül ayından itibaren Almanya Başbakanı Angela Merkel’in tedirginlik dozu artan uyarılarıyla dağılabildi. Merkel, Mart ve Nisan ayında görülmeyen bir panik halinde COVID19 virüsünün soğuk havalarda daha saldırgan hale geldiği bilgisini kamuoyu ile paylaşıyor ve yeni kapanma tedbirlerinin yolda olduğu sinyalini veriyordu.
Nitekim Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ülkeler sonbahar mevsimiyle beraber virüsle doğrudan mücadele etmenin mümkün olmadığı gerçeğini kabullenerek sağlık sistemlerini ayakta tutarak kış mevsimini atlatacak önlemlere yöneldiler. Bu süreçte yüzleşilen bir başka gerçek ise aşının kısa vadede tüm dünya nüfusuna ulaştırılamayacağı ve yüzde 100 koruma sağlayamayacağı gerçeği oldu. Aşıların test aşamalarını tamamlamaları, lojistik problemlerin çözümü ve finansman sorunlarının aşılmasıyla yoksul ülkelere COVID19 aşılarının temini ancak 2024 yılında mümkün olacak. Üstelik aşının en iyi ihtimalle sonbahar kış mevsimlerinde koruma sağlaması için iki doz yapılması gerekiyor. Bu tüm dünyadaki aşı üretim kapasitesinin en az 4’e 5’e katlanmasını gerektiriyor. 2021 yılının 1 Ocak günü itibarıyla aşılamanın başladığı ülkelerin sayısı 50’yi buldu. Kuraklık, iç savaş, ekonomik kriz gibi sebeplerle küresel göçün önemli kaynak noktalarından biri olan Afrika’nın sahra altı ülkelerine ise aşı ulaşmış değil. Bu bölgeden yaya olarak yola çıkan binlerce insan her ay Libya’ya ulaşarak buradan Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Aşının sonsuz bir koruma sağlamadığı fikri ise henüz toplumlarda oluşmuş değil. Prof. Dr. Şahin’in yaptığı uyarı doğrultusunda gelecek salgınlara hazırlanmak ve COVID19 virüsü ile 10 yıl beraber yaşayacağımız gerçeğini; üstelik mutasyonlar içeren iç içe geçmiş yeni krizler eşliğinde; kabullenip yalnızca sağlık sisteminin yükleneceği bir mücadele modelinin dışına çıkarak kapsamlı bir dönüşümü başlatmak gerekiyor.
Bu çapta bir dönüşüm hikayesi konusunda hem dünya hem de ülkemiz tecrübe sahibi. 1973 yılında Arap-İsrail Savaşı’nın neticesinde Körfez ülkeleri İsrail’i ve onu destekleyen Batılı ülkeleri cezalandırmaya karar verdiklerinde petrol ambargosu başlattılar. Ekim 1973’te ambargo başladığında petrolün varil fiyatı 3 dolardı. Mart 1974’te ambargo bittiğinde ise petrolün varil fiyatı 12 dolar olmuştu. Bugünün merceğinden bakıldığında hem ambargo öncesi hem de sonrası fiyatlar gülünç gelebilir. Ancak o günün ölçeklerinde etkisi kimileri için yıkıcı kimileri için dönüştürücü oldu. Dikkat çekici bir şekilde petrol krizi önce ABD otomotiv endüstrisini alt üst etti. Artın petrol fiyatları yüksek hacimli motor gücüne sahip Amerikan otomobillerini yollardan süpürdü, ABD otomotiv sektörünün kalbi Detroit’in bugün hayalet kent olmasının yolunu açan bir yan etki yarattı. Piyasaya motor hacimleri ve tasarımları daha minimalist Japon otomobilleri hakim oldu. Bu minimalist yaklaşım kısa süre içinde mimari ve kent planlamasında da kendini göstererek “sürdürülebilirlik” kavramının hayatımıza girmesine yol açtı. Jeopolitik gelişmelerin öngörülmeyen yan etkilerini okumakta yetersiz kalan Türkiye gibi ülkelerse o dönem enerji fiyatlarındaki ani artışın yıkıcı etkileriyle karşılaştılar. 1973 petrol krizi, 1978-1979 yıllarında sonuçları daha yakından hissedilecek döviz darboğazı ve enerji krizini de beraberinde getirdi.
COVID19 salgınının küresel çapta zorladığı dönüşüm etkisini de ne tesadüftür ki yine otomotiv sektöründe görmekteyiz. Virüsün, havası kirli kentlerde karbonmonoksit yoğunluğu ile daha bulaşıcı ve öldürücü olduğu özellikle İtalya’nın Milano merkezli Lombardiya bölgesinde tecrübe edildi. Avrupa Birliği üyesi ülkeler 2030’lu yıllarda veda etmeye hazırlandıkları dizel araçlarından kurtulma tarihini çok daha erkene çektiler. Elektrikli otomobil endüstrisi son 1 yılda atağa geçerken, Japonya şimdilik kamu kurumları tarafından kullanılan 3 bin civarındaki hidrojenli araç sayısını 2025 yılına kadar yüzbinlere ulaştırma hedefini koydu. Gidişat 2030 yılına kadar Avrupa ve bazı Asya ülkelerinde fosil yakıtla çalışan araç kalmaması sonucunu getirebilir. Türkiye’nin 1973 petrol krizindeki dönüşüm trendini kaçırmaması için elektrikli araç üretmenin ötesinde, araç şarj ağını yaygınlaştıracak, toplumu bu konuda bilinçlendirecek ve temiz enerji ile çalışan araçların kullanımını yaygınlaştıracak ekonomik destekleme projelerine yönelmesi gerekiyor. Bu salgının dönüştürücü etkilerinden biri olacak. Kaçınılmaz şekilde mimari, şehir planlaması, iş yeri mimarisinin yeniden tasarımı ve beslenme konularının da en az 10 yıl birlikte yaşayacağımız virüsle mücadelenin gerektirdiği biçimde düzenlenmesi gerekiyor. Ki COVID19’u benzer virüs ve salgınların takip edeceği de pek çok bilim insanı tarafından teyit ediliyor. Küresel ısınmanın etkisiyle Sibirya’da eriyen tundralar ve kutuplarda eriyen buzullarda belki de milyonlarca yıldır hapis kalan bakteri, virüs ve mikropların canlılara olası etkileri konusunda yıllardır yapılan uyarıları da hafife almamamız gerektiğini son 1 yılda öğrenmiş olmalıyız. COVID19 salgınıyla hastane sınırları dışında kapsamlı bir mücadele yürütürken ekonomimizi de ayakta tutmak için artık bunun herhangi bir sağlık problemi olmaktan çıkarak “jeopolitik tehdit” seviyesine yükseldiğini kabul etmeliyiz. Aşıların bulunması, geliştirilmesi, tedariği dahi uluslararası bir dayanışmanın değil mücadelenin konusu haline gelmişken, küresel salgınlara karşı uzun vadeli kalıcı politikalar üretmek için vakit kaybetmemek gerekiyor.
2019 yılında Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’taki 49’uncu buluşmasının teması “Küreselleşme 4: Dördüncü Sanayi Devrimi Çağında Küresel Yapıyı Şekillendirmek” olarak belirlenmişti. İsviçre’nin dağ kasabasında biraraya gelen 110 ülkeden 3 binden fazla iş adamı, siyasetçi, akademisyen ve sivil toplum kuruluş temsilcisinin gündeme getirdikleri başlıca şikayet 4. Sanayi Devrimi’nin umulduğu ölçüde ivme kazanmamış olmasıydı. Görünen o ki COVID19 salgını yalnızca “yeni bir normal” getirmekle kalmayacak, 4. Sanayi Devrimi’ni ve ona bağlı dijitalleşmeyi de hayal edemeyeceğimiz bir sürate taşıyacak. Bu sürate ayak uyduranlar 21. Yüzyılın ikinci çeyreğinde ulusal sınırlarını muhafaza etme konusunda da daha şanslı olacaklar.