
Tek partili yıllar, birçok açıdan Osmanlı’nın son dönemindeki eğilimler sürse de din, devlet ve toplum ilişkileri konusunda ciddi kırılmaların yaşandığı bir dönemdi. Medrese ve tekkeler gibi geleneksel dini eğitim kurumları kapatılırken, genç zihinler kültürümüze yabancı dini ve fikri akımlara karşı savunmasız bırakılmıştı. 1928’de Bursa Amerikan Kız Koleji’nde yaşanan tanassur (Hristiyanlaşma) vakası, bu çelişkinin ve manevi boşluğun çarpıcı bir yansımasıydı. “Tanassur Hadisesi” olarak kamuoyuna yansıyan bu olay, devletin dini alanı şekillendirme isteğinin, aslında nasıl bir manevi boşluk doğurduğunu ve bunun nasıl bir gerilim yarattığını net şekilde ortaya koyuyordu.
Tek partili yıllar, birçok açıdan Osmanlı’nın son dönemindeki eğilimler sürse de din, devlet ve toplum ilişkileri konusunda ciddi kırılmaların yaşandığı bir dönemdi. Erken Cumhuriyet’in yöneticileri dini kamusal alandan dışlamaya yönelik radikal adımlar atarken, özellikle şehirli genç kuşaklar arasında ortaya çıkan manevi boşluk, dönemin dikkat çeken toplumsal sorunlarından biri haline geldi.
1928’de Bursa Amerikan Kız Koleji’nde yaşanan tanassur (Hristiyanlaşma) vakası, bu çelişkinin ve manevi boşluğun çarpıcı bir yansımasıydı. Medrese ve tekkeler gibi geleneksel dini eğitim kurumları kapatılırken, genç zihinler kültürümüze yabancı dini ve fikri akımlara karşı savunmasız bırakılmıştı. “Tanassur Hadisesi” olarak kamuoyuna yansıyan bu olay, devletin dini alanı şekillendirme isteğinin, aslında nasıl bir manevi boşluk doğurduğunu ve bunun nasıl bir gerilim yarattığını net şekilde ortaya koyuyordu.
Osmanlı topraklarında Amerikan misyonerliği
Amerikan misyonerlik faaliyetleri, 1810’da Boston’da kurulan ve 1820’lerden itibaren Osmanlı topraklarında aktif olan Amerikan Bord teşkilatı aracılığıyla başladı. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde William Goodell gibi misyonerler, eğitim çalışmalarına büyük hevesle girişmiş ve kısa sürede birçok Osmanlı vilayetinde misyon örgütlenmeleri gerçekleştirilmişti. 20. yüzyılın başlarında, bu faaliyetler kapsamında basit okuma-yazma kurslarından ileri düzeyli kolejlere kadar kapsamlı bir eğitim ağı kuruldu. Aslında misyonerlerin ilk hedefi Ermeniler ve Rumlar gibi Hristiyan azınlıklardı. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu grupların büyük oranda Türkiye’den ayrılmasıyla, misyonerlerin ilgisi bu kez Müslüman Türklere yöneldi.

Bursa Amerikan Kız Koleji’nde dört kız öğrencinin Hristiyanlaştırılması
1876’da eğitim hayatına Ermeni ve Rum öğrencilerle başlayan Bursa Amerikan Kız Koleji, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kapılarını Türk öğrencilere de açmıştı. Görece eğitim kalitesi ve teknik imkânlar varlıklı Müslüman ailelerin çocuklarını bu okula göndermesinin esas sebebiydi. Milli Mücadele yıllarındaki kısa bir duraklamanın ardından Lozan sonrasında okul neredeyse tamamen Türk öğrencilere eğitim verir hale geldi.
1928’de yaşanan Bursa Amerikan Kız Koleji’ndeki tanassur olayı, misyonerlik faaliyetlerinde doğrudan ve dolaylı yaklaşımlar arasındaki en belirgin kırılma noktalarından biri oldu. Bu olay, hem basının hem de devletin gözünü yabancı okulların asıl amaçlarına çevirdi. Olayın merkezinde Okul Müdürü Jeannie L. Jillson ile öğretmenler Edith Sanderson ve Lucille Day bulunuyordu. Tanassur vakası, emekli asker Rıza Bey’in kızı Kamuran ve kardeşi Nemika, matbaacı Vasıf Necdet Bey’in kızı Muadelet, Miralay Talat Bey’in kızı Seniha ve Dr. Yusuf Sadi’nin kızı Sabiha gibi Müslüman Türk öğrencilerin Hıristiyanlığa ilgi duymaya başlamasıyla patlak verdi.
Sabiha’nın manevi bunalım haliyle arayışta olduğu bir dönemde öğretmeni Sanderson’a yönelmesiyle aralarında dini sohbetler başlamıştı. Zamanla bu sohbetlere Muadelet ve Seniha da dahil oldu. Sanderson onlara İncil kopyaları vererek Hıristiyanlığa davette bulundu. Öğretmen Lucille Day ise özellikle Muadelet’le yoğun dini konuşmalar yaptı. Aynı dönemde Kamuran ve Nemika da Hıristiyanlığa ve İncil’e karşı bir yakınlık hissetmeye başladılar.
Olay, eski öğretmen Behice Hanım ile “Uyanık Yavrular” adını taşıyan bir grup öğrencinin, Hıristiyanlığa ilgi duyan arkadaşlarını izlemeye başlamasıyla gün yüzüne çıktı. 4 Aralık 1927’de Muadelet’in günlüğünün çalınması ve ardından Hamide adlı bir öğrencinin 24 Aralık’ta Muadelet, Seniha ve Kamuran’ın Protestanlığa geçtiğini öne sürerek günlüğü ve bazı İngilizce kitapları Bursa Milli Eğitim Müdürlüğü’ne teslim etmesi, süreci resmi bir soruşturmaya dönüştürdü. Milli Eğitim Müfettişi Necip Bey’in hazırladığı rapor doğrultusunda, 31 Ocak 1928’de okul “dini propaganda” gerekçesiyle kapatıldı ve öğrenciler farklı okullara nakledildi.
Olayın basındaki yankıları
Olay ortaya çıktıktan sonra basına intikal etmiş ve uzun sürecek tartışmaların fitili ateşlenmiştir. 2 Şubat 1928 tarihinde Hayat mecmuasında ilk olarak imzasız bir şekilde yayınlanan Tanassur Hadisesi başlıklı yazı kamuoyunda oluşan tepkileri de özetler niteliktedir:
“Bursa Amerikan Mektebi’ndeki Türk kızlarından birkaçı tanassur [Hristiyanlaşma] etmiş. Mücerret [tek başına] olarak alınırsa basit alelade bir vaka. Birkaç yüz milyon insanlık Müslüman camiasının birkaç ferdi o camiadan çıkarak birkaç yüz milyon insanlık Hristiyan camiasına iltihak [katılma] etmiş. Lakin vakıanın tevlit ettiği [doğurduğu] aksülamelleri [tepki], gazetelerin neşriyatını, Bursa’da çocukları bu mektepte okuyan ailelerin uğradıkları tehyici [sarsıntı] ve hadise akabinde bu ailelerin hep birden çocuklarını mektepten almaları vakıasını düşünürsek, alelade bir mesele karşısında olmadığımızı anlarız.
Hadise Türk camiasında derin bir tesir yapmıştır. O derecede ki laik Cumhuriyet Hükümeti’nin Maarif idaresi bile işe müdahaleye lüzum görmüştür. Bu itibarla mesele mücerret [bağımsız] olarak değil, içtimai [toplumsal] siyak ve sibak [öncesi ve sonrası bağlam] dahilinde ve şümullü [kapsamlı] bir surette tahlil ve münakaşa edilmeye değer.”
Yargılama süreci, iddialar ve savunmalar
Okul Müdürü Jeannie L. Jillson ile öğretmenler Lucille Day ve Edith Sanderson hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunulmuş, üçü de Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesi ve Mekâtib-i Hususiye Talimatnamesi’nin 37. maddesi kapsamında yargılanmıştı. Söz konusu madde öğrencilerin kendi din ve mezhepleri dışında bir inanca yönlendirilmesini ya da bu yönde baskı yapılmasını açıkça yasaklıyordu.
Behice Hanım, Amerikalı öğretmenlere yönelik suçlamalarını 12 başlık altında topladı. Bu suçlamalar arasında bazı kız öğrencilerin Hıristiyan olması, Muadelet’in günlüğünde yer alan dini ifadeler, okulda “Ave Maria” gibi dini müziklerin çalınması, öğrencilere İncil ve çeşitli dini kitapçıkların verilmesi, cuma ve pazar günleri arasında ayrım yapılması, bazı öğrencilere özel ilgi gösterilmesi, dini içerikli resimlerin okulda yer alması, yemeklerden önce gizlice dua edilmesi ve yasaklı kitapların okutulması gibi iddialar vardı. Behice Hanım’a göre Amerikalı öğretmenler Türk kızlarını hem dini hem ahlaki açıdan etkiliyor, Amerikan kültürünü empoze ederek onların Türk kimliğinden uzaklaşmasına neden oluyordu.
13 Şubat 1928’de başlayan ilk duruşma, halkın ve basının yoğun ilgisini çekti. Muadelet’in günlüğü ve bazı öğrencilerin ifadeleri, okulda gerçekten misyonerlik faaliyetleri yürütüldüğünü ortaya koyuyordu. Lucille Day de 16 Şubat tarihli bir yazışmasında, Paskalya sabahı Muadelet, Nemika ve Seniha ile yürüyüşe çıktığını, onlara İncil’den bölümler okuduğunu, Kamuran’a ise İncil hediye ettiğini ve dini sohbetler yaptığını itiraf etmişti.
Amerikalı öğretmenler savunmalarında Türk milletine ve genç Cumhuriyet’e duydukları hayranlığı vurgulayarak kamuoyunun sempatisini kazanmaya çalıştılar. Jillson, ABD’deyken Türkiye’nin başarılarını çevresiyle paylaştığını öne sürdü. Lucille Day ise, kendi ülkelerinin de bir Cumhuriyet olduğunu hatırlatarak, bu nedenle Türkiye’ye özel bir yakınlık hissettiğini söyledi. Türkçeyi, Türk kültürünü ve İslam’ı sevdiğini, camilere gidip dua ettiğini, hatta Müslüman Türkleri Hıristiyan yapmak gibi
bir niyetinin asla olmadığını dile getirdi.
Lucille Day, savunmasında Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği okulda dini içerikli materyal kullanılmadığını söyledi. Öğrenciler dini sorular sorduğunda ise onlara “Devlete söz verdik, bu konuları konuşmayacağız” şeklinde yanıt verdiklerini belirtti. Ayrıca ABD’deki eğitim sisteminin de laik olduğunu vurguladı. Edith Sanderson da benzer bir tutum sergileyerek, bireysel olarak dini sohbetler yaptığını kabul etti ancak okul genelinde sistemli bir propaganda yürütülmediğini savundu.

Okul kalıcı olarak kapatılıyor
Hâkim Nizamettin Bey, 30 Nisan 1928’de davayı karara bağladı. Jillson, Sanderson ve Day kısmen suçlarını kabul etmeleri, öğrencilerin ifadeleri, tanık anlatımları ve özellikle Muadelet’in günlüğündeki açık bilgiler doğrultusunda, 3’er gün hafif hapis ve 3’er lira para cezasına çarptırıldı. Mahkemenin kararında, bu cezaların gerekçesi olarak, kendilerine emanet edilen çocukların dini ve milli değerlerini yasalara aykırı biçimde değiştirmeye çalışarak onları ailelerinden ve ülkelerinden uzaklaştırmaları gösterildi.
Avukat Ali Haydar Bey, kararı temyize taşıyarak dosyanın yeniden incelenmesini istedi. Ancak temyiz mahkemesi, 17 Eylül 1928’de yerel mahkemenin kararını onayladı. Bu süreçte okulun yeniden açılma ihtimali ise tamamen ortadan kalktı. ABD Büyükelçisi Joseph C. Grew’ün girişimleri ise okulun açılmasına yetmedi.
Laiklik hamlelerinin görünmeyen sonuçları
Bursa’daki tanassur olayı Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinin kamusal alandan dışlanmasının ve geleneksel dini kurumların tasfiyesinin doğurduğu derin manevi boşluğun ilginç bir göstergesiydi. Devletin laikleşme hamleleriyle birlikte dini eğitim kanallarının kapatılması genç nesilleri kültürel aidiyetinden koparmış, Batılı ve misyoner aktörlerin etkisine daha açık hale getirmişti.
Bu vaka modernleşme adına yapılan sert müdahalelerin, toplumun ruh dünyasında nasıl çatlaklar oluşturduğunu ve bu çatlakların dış etkilere nasıl zemin hazırladığını da açıkça ortaya koymaktadır. Dini kimliğin ihmal edildiği bir toplumsal mühendislik çabası, sonunda tam da engellenmek istenen etkilerin önünü açmıştır.