İslam modernizmi nasıl ortaya çıktı?

Mete Yavuz
04:0022/06/2025, Pazar
G: 22/06/2025, Pazar
Yeni Şafak
Hindistan'ı ziyaret eden İngiliz Kraliyet Ailesi (1911).
Hindistan'ı ziyaret eden İngiliz Kraliyet Ailesi (1911).

İslâm dünyasında modernist düşüncenin Hindistan’da ortaya çıktığı konusunda fikir birliği mevcuttur. İngiliz sömürgeciliğinin gölgesinde, Batı'nın üstünlüğüne meydan okumaya çalışan bazı Müslüman entelektüeller, çözümü yine Batı’nın kendi araçlarında aradılar. Bu hareket “İslam modernizmi” olarak anıldı. Osmanlı Devleti’nde Batı kurumlarını taklit etme süreci 18. yüzyıl sonuna kadar uzanır, ama burada bu değişim önce askeri alanda, kısıtlı ölçüde ve en önemlisi bir iç ihtiyaç sonucu başlamıştı. Yani dış baskıdan değil, içten gelen bir arayıştan doğmuştu. Hindistan’da ise durum farklıydı.

Bugün İslam düşüncesinde tartışılan pek çok konu, aslında 19. yüzyıl sömürge Hindistan’ında başlayan ilginç bir mücadelenin yankılarıdır. İngiliz sömürgeciliğinin gölgesinde, Batı’nın üstünlüğüne meydan okumaya çalışan bazı Müslüman entelektüeller, çözümü yine Batı’nın kendi araçlarında aradılar. Bu hareket “İslam modernizmi” olarak anıldı ve İslam dünyasında büyük yankı buldu. İngiliz sömürgesi altındaki Müslümanların yaşadığı travmadan doğan bu hikâye bugün farklı biçimlerde de olsa hâlâ devam ediyor. Gelin bu hikayenin başladığı günlere daha yakından bakalım.

İslam modernizmi neden Hindistan’da doğdu?

İslam dünyasında modernist düşüncenin Hindistan’da ortaya çıktığı konusunda fikir birliği mevcuttur. Bunun en önemli nedeni, Hindistan’ın İslam dünyasında İngiliz sömürgeciliğine en erken ve en sistemli şekilde maruz kalan yer olmasıydı. Buradaki halk, Batı’nın yönetim anlayışı, kurumları, bilimi ve felsefesiyle, diğer Müslüman topraklara göre daha önce ve çoğu zaman kendi isteği dışında tanıştı.

Örneğin Osmanlı Devleti’nde Batı kurumlarını taklit etme süreci 18. yüzyıl sonuna kadar uzanır, ama burada bu değişim önce askeri alanda, kısıtlı ölçüde ve en önemlisi bir iç ihtiyaç sonucu başlamıştı. Yani dış baskıdan değil, içten gelen bir arayıştan doğmuştu. Hindistan’da ise durum farklıydı ve bu durum da İslam modernizminin ilk örneklerinin neden bu coğrafyada ortaya çıktığını açıklıyor.

Osmanlı örneğine baktığımızda Batı’da ortaya çıkan kurumların sadece askeriyeyle sınırlı kalmayıp, eğitim, hukuk ve bürokrasi gibi alanlara da taşındığını görüyoruz. Bu yayılma, özellikle bu alanlarda çalışan kişi ve gruplar arasında modernist düşüncelerin doğmasına da zemin hazırladı. Özellikle eğitim alanı bu işin kalbi gibiydi. Ancak tekrar vurgulamak gerekirse Hindistan’daki durum Osmanlı’dan çok farklıydı. Çünkü Hindistan, bağımsızlığını kaybetmiş ve Batı’nın doğrudan tahakkümü altında kalmıştı. Bu yüzden Batı etkisine verilen tepkiler de çok daha erken ve köklü oldu.

İslâm Modernizminin öncülerinden Seyyid Ahmed Han

İslam modernizminin öncüsü Seyyid Ahmed Han

Hindistan’da Müslümanlar arasında modernist düşüncenin kökenini bazı araştırmacılar Şah Veliyullah Dihlevî’ye (ö. 1762) kadar götürse de genel kabul gören isim Seyyid Ahmed Han’dır (ö. 1898). Seyyid Ahmed Han, 1817’de Delhi’de, İngilizlerin Doğu Hindistan Şirketi’yle bölgede hâkimiyetini kurduğu bir dönemde dünyaya geldi. Babası Seyyid Muhammed Müttaki Han’dı; dedeleri ise Herat’tan Hindistan’a, Şah Cihan devrinde göç etmişlerdi.

Önce İslami ilimler, sonra da tıp, astronomi ve matematik gibi alanlarda eğitim alan Seyyid Ahmed Han, 1838’de Delhi Ceza Mahkemesi’nde zabıt kâtibi olarak çalışmaya başladı. Basamakları hızla tırmanarak 1855’te Bicnor’da yüksek dereceli bir hâkimlik görevine atandı. Ancak İngilizler aleyhine patlak veren 1857 isyanında, İngilizlere sadık kaldı. Bu dönem, onun düşüncelerinde önemli bir kırılma noktasıydı. 1857 sonrası “sadrü’s-sadr” ünvanını alarak Muradabad’da hâkim olarak görev yapmaya devam etti.

Ahmed Han’ın düşüncelerinde İngiliz etkisi

1869’da oğullarıyla birlikte İngiltere’ye gitti ve tam 17 ay boyunca Kraliçe’den devlet adamlarına kadar birçok önemli isimle temas kurdu. Bu seyahat, düşüncelerinde bir başka kırılma noktasını temsil etti. Hindistan’a döndüğünde Tezhibü’l-Ahlak adlı bir gazete çıkardı ve Müslümanları Batı kültürüne ve İngiliz idaresine yakınlaştırmaya çalıştı. 1875’te ise Kraliçe Victoria’nın doğum günü olan 24 Mayıs’ta, Aligarh’ta Mohammadan Anglo-Oriental College’i kurdu ve tüm zamanını bu eğitim kurumuna adadı. İngilizler hakkındaki görüşlerini de “Müslümanların onlarla yakınlaşması gerektiği” şeklinde dile getirmişti:

“İngiliz hükümetinin Hindistan’a yerleşmesi taraftarı olmam İngilizleri çok sevdiğim için değil, Müslümanlar için tek çıkar yolun bu olduğuna inanmamdandır. Müslümanlar içinde bulundukları çöküntüden ancak İngilizlerin yardımıyla çıkabilir.”

Seyyid Ahmed Han’ın dini düşüncelerinin üç ayrı döneme ayrıldığı söylenir. 1840-1857 yılları arasında geleneksel Sünnî akideye sıkı sıkıya bağlıydı. 1858-1869 arasında ise daha çok savunmacı bir tutum sergiledi. 1869’dan 1898’deki vefatına kadar geçen sürede ise açıkça modernist bir çizgiye yöneldi. Bu dönüşümün temel sebeplerinden biri, 1857’deki büyük isyanda Müslüman ve Hindu direnişinin başarısızlığa uğramasıydı. Zaten Aralık 1889’daki bir konuşmasında bu ruh halini şöyle anlatmıştı:

“Halkımın dertleri ile muzdariptim, umutsuzluğa kapıldım. Müslümanların eski ihtişamlarını yeniden kazanmalarına dair hiç bir umudum kalmadı. Bu trajedinin içine hapis oldum.”

Bu çöküş duygusundan sonra Seyyid Ahmed Han, Batı tarzı eğitimin benimsenmesi ve İngilizlerle daha yakın ilişkiler kurulması gerektiği sonucuna vardı. Özellikle 1869’daki İngiltere seyahati, onun modernist düşüncelerinde tam bir dönüm noktası oldu. On yedi ay kaldığı İngiltere’de Batı’yı yakından tanıma fırsatı buldu ve Müslümanların “geri kalmışlığını” daha derinden hissetti. Ancak bu geri kalmışlığın faturasını “geleneksel” görüşlere çıkarmayı tercih etti.

1780, 1800 ve 1890'da Hindistan'daki İngiliz varlığını gösteren harita.

İslam modernistlerinin ortak özellikleri

İlk İslam modernistlerinin hemen hepsi, Batı’nın “ileri” dünyasını ilk olarak sömürge yönetimleri aracılığıyla tanıdılar. Yine de pek çoğunda olduğu gibi, Batı’ya doğrudan bir seyahat, Batı eserlerini yerinde görme ve meydan okumayı bizzat yaşama tecrübesi, Seyyid Ahmed Han’ın da düşüncelerini daha Batı merkezli bir çizgiye çekti.

Seyyid Ahmed Han’ın gelenek ve din arasında yaptığı net ayrımı, arkadaşı Muhsinu’l-Mülk’e yazdığı mektuptaki şu sözlerinde açıkça görüyoruz:

“Eğer insanlar körü körüne taklitten kaçınmazlar, yollarını aydınlatacak ışığın Kur’an ve sahih hadiste bulunabileceğine inanmazlar ve din ile çağın bilimlerini uzlaştırma yoluna gitmezlerse Hindistan’da İslam’ın esamisi okunmayacaktır.”

Bu sözler, Seyyid Ahmed Han’ın Hindistan’daki Müslümanların geleceğiyle ilgili derin endişesini ve tehlikeye karşı önerdiği reçeteyi ortaya koyuyor. Aslında bu reçete, İslam modernizminin özünü de tam olarak yansıtıyor: Din ile çağdaş bilimi buluşturma zorunluluğu. Çünkü Batı’daki bilim devrimi ve beraberinde gelen teknik ilerlemeler, Müslüman topluluklar için büyük bir meydan okumaydı ve buna verilecek yanıt da dinin özüne dönerek ama bir yandan da akla ve bilime kapı aralayarak bulunabilirdi.

Kur’an ve sahih hadislere yapılan vurgu, modern dönemde Müslümanlar arasında yaygınlaşan “kaynaklara dönüş” fikrinin ilk işaretleri sayılabilir. Her ne kadar farklı modernist hareketlerde bu dönüşün şekli farklılık gösterse de, İslam’ın köklü ilim geleneğini kısmen ya da tamamen sorgulama ya da sadece belli bir döneme kadar kabullenme eğilimi, neredeyse hepsinde ortak bir özelliktir.

Bir de Seyyid Ahmed Han’ın “körü körüne taklitten kaçınmak” uyarısı var ki bu, o dönemin ıslah hareketlerinin geleneksel fıkıh anlayışına yönelttiği eleştirilerin bir başka boyutunu oluşturuyor. Aslında modern dönemde çokça tartışılan “içtihad” meselesi de tam olarak bu eleştirinin sonucudur.

Seyyid Ahmed Han'ın kurduğu Aligarh Üniversitesi.

İslam modernizminin özü: Kaynaklara dönüş fikri

İslam modernizmi, Batı’nın dünya üzerindeki gücünü hızla artırdığı bir dönemde, 18. yüzyılın ortalarında İngiltere’nin sömürgecilik kıskacına giren Hindistan’da ortaya çıktı. Bu akım, Müslüman entelektüellerin var olma mücadelesinin bir parçası olarak yükseldi ve yalnızca dönemin dünyasına dair bazı tespitler yapmakla kalmadı, aynı zamanda bu tespitlerden hareketle çözüm yolları da önerdi.

İlginçtir ki Batı tahakkümüne karşı bir tepki olarak doğmasına rağmen, İslam modernizmi Batı’nın bilim ve teknolojideki üstünlüğünü kabul etti. Tekniğin belirli bir düşünceyi de beraberinde dayattığı göz ardı edilmişti. Örneğin “ilerleme fikri” gibi Batı’ya özgü bazı düşünce kalıpları benimsendi. Batı’dan gelen eğitim kurumları gibi pek çok yöntemi de çözümün bir parçası olarak gördü. Bu yaklaşım, İslam modernistlerinin reçetesini de belirledi.

İslam modernistlerine göre Müslümanlar, içinde bulundukları yeni koşulları dikkate alarak İslam’ın ana kaynaklarını yeniden değerlendirmeliydi. Bu süreçte körü körüne taklitten kaçınmak, hurafe ve bidatleri ayıklamak, çağın getirdiklerini de hesaba katarak dinin özüne dönmek şarttı. İşte bu yaklaşım, İslam modernizminin en belirgin özelliklerinden biri olan “kaynaklara/öze dönüş” fikrini de gözler önüne serer. Fakat gözden kaçan ise, kaynaklara dönen zihin artık modern dünyanın bir ürünüdür. Sahih gelenekle güçlü bir ilişki kurmadan da bu dönüşten getirdikleri büyük ölçüde modern vakıayı doğrulamaktan öteye geçemeyecektir.

#Tarih
#Tarih Penceresinden
#İslam
#Toplum