
Osmanlı Devleti’nde modern eğitimin yaygınlaştırılmasına yönelik adımların kökeni 1700’lerin son çeyreğine kadar uzanır. Ancak pek çok alanda olduğu gibi eğitim sahasında da 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bir dönüm noktası, adeta bir milat kabul edilir. Bu yazıda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte “Darülfünun”un, yani “Fenler Evi”nin hikâyesine yakından bakacağız. Türkiye’de modern yükseköğretimin temelleri nasıl atıldı, hangi sancılarla gelişti, neleri değiştirdi?
Eğitim tartışmaları hiç kuşkusuz ülkemizin bitmeyen gündemlerinden birisidir. Toplumun her kesiminden insanın üzerinde fikir yürüttüğü bir konu olarak eğitim meselesinin önemi göz ardı edilemez. Modern anlamda yaygın eğitimin ortaya çıkışı, Sanayi Devrimi’nin ardından, yani yaklaşık son iki yüzyıl içinde gerçekleşti. Toplumlar hızla değişirken eğitim sistemi de bu değişime ayak uydurmak zorunda kaldı. Osmanlı İmparatorluğu da bu dönüşümden payını aldı. Medrese geleneğiyle şekillenmiş bir yapının içine Batı tarzı modern okulların girişi aynı zamanda toplumsal bir kırılma da başlattı. Bu yazıda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte “Darülfünun”un, yani “Fenler Evi”nin hikâyesine yakından bakacağız. Türkiye’de modern yükseköğretimin temelleri nasıl atıldı, hangi sancılarla gelişti, neleri değiştirdi?
Osmanlı ve modern eğitim
Osmanlı’nın merkeziyetçi ve modern devlet anlayışı doğrultusunda kabuk değiştirdiği 19. yüzyılda, eğitim meselesi devletin en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Gittikçe daha fazla bürokratikleşen devletin yeni kurumları için memur yetiştirme ihtiyacı, artık “tebaa” yerine “eşit vatandaş” olarak tanımlanan imparatorluk halkında nizam, disiplin ve devlete bağlılık duygusunu güçlendirme arzusu bu sürecin başlıca etkenlerindendi. Öte yandan, misyoner okullarının hızla yayılması da devletin bu alandaki gayretlerini daha da artıran bir unsur oldu.
Osmanlı Devleti’nde modern eğitimin yaygınlaştırılmasına yönelik adımların kökeni 1700’lerin son çeyreğine kadar uzanır. Ancak pek çok alanda olduğu gibi eğitim sahasında da 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bir dönüm noktası, adeta bir milat kabul edilir. 1869’da yürürlüğe girecek olan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne kadar geçen süreçte, eğitimdeki yenileşme daha çok ortaöğretim ve meslek okulları üzerinden yürütülmüş; ilköğretim ise geleneksel mahalle, yani sıbyan mekteplerinin uhdesinde kalmıştır.
Eğitim sisteminin bugünkü yapıya benzer şekilde ibtidâî (ilköğretim), rüşdiye ve idadi (ortaöğretim) ile Darülfünun (yükseköğretim/universite) kademelerine ayrılması, 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin ilanıyla birlikte gerçekleşmiş ve bu düzenleme Osmanlı eğitim tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Sultan Abdülhamid Han döneminde ise bu üç kademeli sistemin özellikle ilk iki basamağı ile meslek okulları imparatorluğun geniş bir coğrafyasına yayılmış, böylece eğitim ağı daha sistemli bir biçimde teşkilatlanmıştır.

Darülfünun fikri ve kuruluş denemeleri
Avrupa’da geç Orta Çağ’da ortaya çıkıp modern dönemde yaygınlaşan yüksekokullar için kullanılan Latince “universitas” kavramına karşılık olarak Osmanlı’da “Darülfünun” adı benimsendi. Bu terim, pozitif bilimleri ifade eden “fen” kelimesinin çoğulu “fünûn” ile “ev” anlamındaki Arapça kökenli “dâr” kelimesinin birleşiminden oluşur. “Fenler Evi” anlamına gelen bu isim, eski ve geleneksel olana değil, yeni ve ileri olana yönelen bilinçli bir tercihti. Böylece yeni kurulan bu kurumun, klasik medreselerdeki “ulûm” (ilimler) öğretiminden farklı bir hedefe sahip olduğu vurgulanmış; devlet eliyle, modern yöntemlerle yürütülecek yükseköğretimin yönü ve çerçevesi net biçimde çizilmişti.
Darülfünun’un kuruluş kararı, 1845 yılında asker, memur ve ulemadan temsilcilerin yer aldığı Meclis-i Muvakkat adlı geçici meclis tarafından alındı. Ertesi yıl, Mimar Fossati tarafından Sultanahmet’te inşasına başlanan meşhur Darülfünun binası 1863’te tamamlandı ve aynı yıl eğitim-öğretime açıldı. Derslerin konferans biçiminde düzenlendiği bu ilk girişim, 1865’te sonuçsuz kaldı.
İkinci deneme 1870 yılında yapıldı. Derslerin 1873’e kadar kesintisiz sürdüğü bu teşebbüs de kısa sürede başarısızlıkla sonuçlandı. Bu dönemde Cemaleddin Afgani’nin verdiği ve bir konuşmasında “nübüvvet san’attır” ifadesini kullandığı iddia edilen konferans, büyük yankı uyandırmış ve tepkilerle hafızalara kazınmıştır.
Üçüncü girişim ise 1874’te, Mekteb-i Sultani (bugünkü Galatasaray Lisesi) bünyesinde Darülfünun-i Sultani adıyla hayata geçirildi. Öncekilere kıyasla daha düzenli bir yapı arz eden bu teşebbüs, ne var ki 1881 yılına kadar ancak ayakta kalabildi.
Araştırmacılara göre, Tanzimat dönemindeki üç Darülfünun girişiminin kalıcı olamamasının başlıca sebepleri; bu kurumların sürekli bir binaya sahip olmaması, savaş ve yangın gibi nedenlerle sık sık yer değiştirmeleri, yükseköğretimi besleyecek güçlü bir ortaöğretim sisteminin henüz oluşmamış olması ve nitelikli öğretim kadrosu eksikliğidir. Gerçek anlamda süreklilik kazanacak bir Darülfünun’un kurulması için ise Sultan Abdülhamid Han’ın cülusunun 25. yıl dönümünü, yani 1900 yılını beklemek gerekecektir.
Darülfünun-i Şahane/Osmanî (1900-1924)
Tanzimat dönemine kıyasla genel okullaşmayı yaklaşık iki buçuk kat artıran Sultan Abdülhamid Han, eğitim alanındaki en önemli adımlarından birini yükseköğretim sahasında attı. Daha önce fiilen hayata geçirilemeyen bu alan, onun döneminde Darülfünun-ı Şahane ile kurumsal bir kimlik kazandı. Sultan’ın tahta çıkışının 25. yıldönümü olan 19 Ağustos 1900 tarihinde, Darülfünun dördüncü kez ve bu kez kalıcı biçimde kapılarını açtı.
Darülfünun’a kabul şartları oldukça netti: Adayların 18 yaşını doldurmuş, iyi ahlaka sahip, bulaşıcı bir hastalığı ya da mahkûmiyeti bulunmayan kişiler olmaları gerekiyordu. Ayrıca Mekteb-i Sultani, Mekteb-i Ticaret, Darüşşafaka veya idadi mezunu olmak; ya da bu okulların seviyesinde olduklarını bir sınavla kanıtlamak da zorunluydu. Başvuru sayısının kontenjanı aşması halinde öğrenciler, aralarında yapılacak bir müsabaka sınavına tabi tutulurdu.
İlginç bir ayrıntı olarak, Ulum-i Âliye-i Dîniye şubesine başvuran talebe-i ulûm (medrese öğrencileri) için sınav zorunluluğu getirilmişti. Buna karşın Mülkiye, Hukuk, Mülki Tıbbiye ve Darülmuallimîn mezunları, istedikleri şubeye sınavsız kabul edilme hakkına sahipti.

1908’le gelen değişiklikler
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte, pek çok kurumda olduğu gibi Darülfünun’da da önemli değişiklikler yaşandı. Öncelikle, isminde Sultan II. Abdülhamid’e atıfta bulunan “Şahane” ifadesi kaldırılarak yerine “Osmanî” getirildi. Kuruma kabul edilecek öğrenci sayısındaki sınırlama da kaldırılarak daha geniş bir öğrenci kitlesine kapılar açıldı. Ayrıca Mekteb-i Hukuk, Darülfünun’un bir şubesi haline getirilirken, tıp eğitimi veren kurumlar da Tıp Fakültesi adıyla bu yapıya dahil edildi. 1912’de yapılan bir düzenlemeyle ise, fakültenin dinî ilimlerle ilgili kısmı Ulum-i Şer’iyye Şubesi adını aldı.
Bu dönemde kısa bir süre Maarif Nazırlığı görevinde bulunan Emrullah Efendi (1858–1914), eğitim sisteminin ıslahı konusundaki fikirleriyle öne çıktı. Ona ait “Tuba Ağacı Nazariyesi”, eğitimin kökten iyileştirilmesinin ilköğretimden değil, yükseköğretimden başlanması gerektiği düşüncesine dayanıyordu. Bu anlayış doğrultusunda Emrullah Efendi, Darülfünun’a özel bir önem vermiş ve kurumun yapısal olarak güçlenmesi yönünde önemli reformların öncüsü olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Darülfünun
Darülfünun, Birinci Dünya Savaşı yıllarından (1914–1918) itibaren yaşanan yoğun dış etkiler ve ülkenin geçirdiği büyük siyasal dönüşümlerle birlikte yeni bir yön kazanmıştı. İttihat ve Terakki hükümetinin kararıyla, kurum bu dönemde Alman üniversite modeline yöneldi. Bu amaçla 1915–1918 yılları arasında, Alman kültür politikasını yaymak isteyen Almanya’dan yaklaşık yirmi iki profesör Darülfünun’a davet edildi. Alman akademisyenler özellikle fen ve edebiyat şubelerinde görev yaparak organik kimya, sanayi kimyası, zooloji, botanik, jeoloji ve felsefe gibi alanlarda dersler verdiler.
Alman öğretim üyeleri, Darülfünun’a getirdikleri en önemli yeniliklerden biri olan enstitü (darülmesai) sistemini kurarak kurumun akademik yapısında köklü bir dönüşüm başlattılar. Bu enstitüler, modern laboratuvarlar, zengin kütüphaneler ve seminerlerle desteklenen araştırma temelli bir eğitim anlayışını teşvik ediyordu. Sözleşmeleri gereği Alman hocalar derslerini Almanca olarak verirken, asistanlar da dersleri anında simultane tercüme ederek öğrencilerin takip edebilmesini sağlıyordu.
1918 sonunda I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Alman profesörlerin sözleşmeleri feshedildi ve Darülfünun, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgali altında oldukça zorlu bir döneme girdi. Ancak bu karışıklık ortamına rağmen, 1918’de kapsamlı bir eğitim kanunu taslağı hazırlandı ve 1919’da çıkarılan Nizamname ile Darülfünun’a akademik özerklik tanınması yönünde önemli adımlar atıldı. Bu gelişme, yükseköğretimde modern üniversite anlayışına geçiş sürecinin en kritik eşiklerinden biridir.
Millî Mücadele yıllarında, Darülfünun kamuoyunda özellikle öğrencilerinin tutumuyla öne çıktı. Bazı hocalarının -örneğin Ali Kemal ve Rıza Tevfik gibi isimlerin- Millî Mücadele aleyhindeki siyasi tavırları üzerine öğrenciler bu hocaları boykot ederek tepki gösterdi. Bu tavır, Ankara Hükümeti tarafından da desteklendi. Darülfünun ile Millî Mücadele arasındaki bu yakınlaşmanın sembolik bir ifadesi olarak, kurum 1922 yılında Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’ya “fahri profesörlük” unvanı verdi.
Darülfünun inkılaplara destek vermemekle itham edilerek kapatıldı
Cumhuriyet’in ilanının ardından Darülfünun 1924 yılında çıkarılan düzenlemeyle yasal kimlik ve mali özerklik kazandı; böylece Hukuk, Tıp, Edebiyat, Fen ve İlahiyat fakültelerinden oluşan modern bir üniversite yapısına kavuştu. Ancak kısa süre içinde, Darülfünun’un Kemalist inkılaplara ve dönemin ulusalcı politikalarına özellikle de dil ve tarih tezlerine yeterince destek vermediği yönünde eleştiriler yükselmeye başladı. Bunun üzerine hükümet, 1931 yılında İsviçreli eğitim uzmanı Albert Malche’yi kurumun durumunu inceleyip bir reform raporu hazırlamakla görevlendirdi. Malche’nin hazırladığı rapor, Darülfünun’un mevcut akademik kadrosunun yetersiz olduğunu ve kurumun giderek durgunlaştığını ortaya koyarak reform ihtiyacını açık biçimde vurguladı.
Tüm bu gelişmelerin sonunda, 31 Mayıs 1933 tarihli 2252 sayılı yasa ile Darülfünun resmen lağvedildi ve 1 Ağustos 1933’te yerine “İstanbul Üniversitesi” adıyla yeni bir kurum kuruldu. Bu dönüşüm sürecinde öğretim kadrosunun büyük bölümü tasfiye edildi; 240 profesör ve asistandan 157’si görevden alındı. Bu radikal düzenleme, Darülfünun’un yıllar içinde kazandığı akademik özerkliği sona erdirirken, üniversiteyi siyasi otoritenin ideolojik hedeflerine hizmet eden, daha merkeziyetçi bir yapıya dönüştürdü. Böylece Türkiye’de modern yükseköğretim tek parti idaresinin kontrolü altında yeni bir ideolojik yön kazanmış oldu.







