
Kur’ân-ı Kerîm bize Hz. İbrahim’in yolunu işaret ederken, onun “Ne Yahudi ne de Hristiyan, fakat dosdoğru [hanif] bir Müslüman” olduğunu bildirmektedir (Âl-i İmrân, 3/67). Bu ayet Kudüs’ün tarihine bakarken elimizdeki en önemli anahtarlardan biridir. Çünkü Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Davud, mabedini inşa eden Hz. Süleyman, bu kutsal şehirde tebliğ görevini üstlenen Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. İsa hepsi aynı ilahtan aynı hakikatleri tebliğ eden birer İslâm peygamberidirler. Yaklaşık bir asırdır Filistin topraklarında işgalci konumundaki Siyonist terör örgütü İsrail, askeri işgalin yanında kültür sahasında da işgal yöntemini sıklıkla kullanmış, istila ettiği topraklarda hak iddia edebilmek için tarihi tahrif etmekten çekinmemiştir. Bunun en güncel örneği İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Cumhurbaşkanımıza hitaben sarf ettiği sözlerdir. Bu yazıda Kudüs’ün kadim tarihine bakacak, kimin hâkimiyetindeyken barış ve adalet yurdu, kimlerin elinde zulüm ve gözyaşıyla anıldığını ortaya koyacağız.
Emperyalizmin tarihi, toprakların ve kaynakların yanında zihinlerin de işgal edilme tarihidir. İlk boyut herkesin bildiği gibi askeri işgaldir. Topraklar ele geçirilir, halk zulme uğrar, yer altı ve yer üstü zenginlikleri sömürülür. Ancak bundan daha sinsi, daha derin ve uzun vadeli olan bir başka işgal ise düşünce ve kültürün işgalidir.
Batı emperyalizmi bu alanda karşımıza “oryantalizm” ile çıkar. Oryantalistler, adeta sömürgeciliğin keşif kolu gibi hareket etmişlerdir. Tarihi, kültürü, edebiyatı ve sanatı kendi işgalci bakış açılarıyla yorumlayarak geçmişle birlikte gelecek tahayyülünü de şekillendirmeye çalışmışlardır. Askeri işgaller yıkıntılar bırakırken, oryantalist bakış açısı milletlerin zihinlerinde çok daha ağır bir enkaz oluşturmuştur.
Yaklaşık bir asırdır Filistin topraklarında işgalci konumundaki Siyonist terör örgütü İsrail de askeri işgalin yanında kültür sahasında da işgal yöntemini sıklıkla kullanmış, istila ettiği topraklarda hak iddia edebilmek için tarihi tahrif etmekten çekinmemiştir. Bunun en güncel örneği ise İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Cumhurbaşkanımıza hitaben sarf ettiği şu sözlerdir: “Burası bizim şehrimiz Sayın Erdoğan. Sizin değil, bizim şehrimiz. Her zaman bizim şehrimiz olacak. Bir daha bölünmeyecek.” Bu cümleler, tam da bahsettiğimiz ikinci işgal yönteminin, yani tarihi çarpıtma ve propaganda yoluyla hak gaspının açık bir örneğidir. Bu yazıda Kudüs’ün kadim tarihine bakacak, kimin hâkimiyetindeyken barış ve adalet yurdu, kimlerin elinde zulüm ve gözyaşıyla anıldığını ortaya koyacağız.
Hz. İbrahim’in şehri Kudüs
Kur’ân-ı Kerîm bize Hz. İbrahim’in yolunu işaret ederken, onun “Ne Yahudi ne de Hristiyan, fakat dosdoğru [hanif] bir Müslüman” olduğunu bildirmektedir (Âl-i İmrân, 3/67). Bu ayet Kudüs’ün tarihine bakarken elimizdeki en önemli anahtarlardan biridir. Çünkü Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Davud, mabedini inşa eden Hz. Süleyman, bu kutsal şehirde tebliğ görevini üstlenen Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. İsa hepsi aynı ilahtan aynı hakikatleri tebliğ eden birer İslâm peygamberidirler.
Her biri aynı dava uğruna, yani Hak için mücadele etmiştir. Ancak Hz. Süleyman’ın vefatından sonra Kudüs bu çizgiden uzaklaşınca acı sınavlarla yüzleşmiş, Babil sürgünleri, Roma işgalleri, zulüm ve yıkımlar şehrin kaderi haline gelmiştir. Tarih bize göstermiştir ki Kudüs, ancak hem Hz. İbrahim’in Kur’an-ı Kerim’de vasıflandırıldığı anlamda hem de Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in ümmeti olan “Müslümanların” idaresi altında gerçek huzura kavuşabilmektedir.
Kudüs ne zaman kuruldu?
Kudüs’ün tarihi, neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Arkeolojik bulgular, şehrin kökenlerini MÖ 4. bin yıla kadar götürür. Kudüs adına dair bilinen en eski yazılı kayıtlar ise Mısır kaynaklarında karşımıza çıkar. MÖ 19. ve 18. yüzyıllara tarihlenen bu belgelerde şehir, bir Kenan site devleti olarak “Urusalim” şeklinde geçer.
MÖ 10. yüzyılda Hz. Davud, şehri Yebusiler’in elinden alarak krallığının hem siyasi hem de dini merkezi haline getirmiştir. Oğlu Hz. Süleyman ise Birinci Mabet’i, yani bugünkü Mescid-i Aksa’yı inşa etmiştir. Ancak Kudüs’e kalıcı bir huzur nasip olmamış, MÖ 586’da Babil Kralı II. Nebukadnezar şehri yıkmış, Mabedi harabeye çevirmiş ve Yahudileri Babil’e sürgün etmiştir. Perslerin hâkimiyetiyle Yahudiler şehre geri dönerken İkinci Mabet inşa edilmiş ve Kudüs yeniden dini bir merkez hüviyeti kazanmıştır.
Roma hâkimiyeti ise Kudüs’ün çehresini köklü bir biçimde değiştirmişti. Kral Herod’un restore ettirdiği İkinci Mabet, Yahudi isyanının bastırıldığı MS. 70 yılında Titus’un ordularınca yerle bir edildi. Bu yıkım, Yahudi tarihinde bir dönüm noktası olarak hatırlanmaktadır. Aradan fazla geçmeden, MS. 135’te patlak veren Bar Kohva isyanı da şehrin kaderini belirleyen bir başka kırılmaya yol açtı. İsyanı bastıran İmparator Hadrian, Yahudilerin Kudüs’e girişini yasakladı ve kentin adını “Colonia Aelia Capitolina” olarak değiştirdi. Ardından yıkılan Mabed’in yerine Jüpiter’e adanmış bir pagan tapınağı inşa ettirdi. Böylece Kudüs, Yahudilik için bir yas ve sürgün sembolüne dönüşürken Roma idaresi altında putperest bir görünüm kazandı.

Hristiyanlık sonrası Kudüs
Kudüs’ün tarihindeki en büyük dönüşümlerden biri dördüncü yüzyılda yaşandı. İmparator Konstantin’in Hristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte şehir bu kez Hristiyanlığın merkezi haline geldi. Artık Kudüs’ün odağı, eski İbrani Mabedi’nin bulunduğu tepe değil Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine ve gömüldüğüne inanılan mekân oldu. Konstantin’in yaptırdığı Kutsal Kabir Kilisesi kısa sürede Hristiyan dünyasının en önemli hac merkezlerinden biri haline geldi. Hristiyan geleneğine göre Mabet Tepesi ise, Hz. İsa’nın kehanetinin bir nişanesi olarak özellikle harabe halinde bırakıldı.
Fakat Kudüs’ün kaderi yine değişti. 614’te Sasaniler şehri kısa süreliğine işgal etti, 629’da Bizans İmparatoru Herakleios geri aldı. Nihayet 638 yılında Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Müslümanların eline geçti. Böylece Kudüs’ün asırlarca sürecek barış ve adalet devri başlıyordu.
Müslüman idaresinde adalet ve hoşgörü dönemleri
Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethetmesi şehrin tarihinde yeni bir dönemin kapısını araladı. Onun, şehrin Hristiyan Patriği Sophronius’a bütün din mensuplarının canını, malını ve ibadet özgürlüğünü güvence altına alan meşhur “emanname”yi vermesi Kudüs’ün Müslümanlar elinde barış ve adalet sembolüne dönüşmesinin ilk adımıydı.
Bu belge köklerini Hz. Peygamber’in Medine Vesikası’ndan almaktaydı. Farklı inanç topluluklarının bir arada barış içinde yaşayabileceğini ortaya koyan, şer’i ve ahlaki ilkelerle bezenmiş bir emannameydi. Böylece Müslüman idaresinde Kudüs, asırlar boyunca üç semavi dinin kutsal mekânlarının yan yana var olduğu, her grubun kendi inancını özgürce yaşadığı bir barış ve merhamet şehri kimliğine kavuştu.
Kudüs’ün huzurunu bozan Haçlı işgali
1099’daki Haçlı işgali, Kudüs’ün asırlardır süregelen huzurunu yerle bir etti. Şehir, tarihin en kanlı katliamlarından birine sahne olurken binlerce Müslüman ve Yahudi, kutsal mekânların gölgesinde kılıçtan geçirildi. Kudüs, neredeyse bir asır boyunca Haçlıların idaresinde acı ve zulmün sembolü olarak anıldı.
Bu karanlık dönem 1187’de, Selahaddin Eyyubî’nin Hıttin Zaferi’yle sona erdi. Selahaddin Kudüs’e girdiğinde, Haçlıların işlediği zulümlerin intikamını almak yerine Hz. Ömer’in asırlar önce ortaya koyduğu adalet anlayışını yeniden tesis etti. Gayrimüslimlere can, mal ve ibadet özgürlüğü güvencesi verdi. Şehri zulümle değil, merhametle yönetti. Böylece Kudüs bir kez daha adaletin ve huzurun sembolü haline geldi.
Osmanlı’nın Kudüs’ü
Kudüs’ün en uzun ve istikrarlı barış dönemi 1517’de Yavuz Sultan Selim’in şehri fethetmesiyle başladı. Tam 401 yıl boyunca Osmanlı idaresinde kalan Kudüs şehrine, bu süre zarfında bir “dârü’s-selâm” [barış yurdu] kimliği perçinlenmiş oldu. Osmanlı padişahları kendilerini “Hâdimü’l-Haremeyn” olarak görürken Mekke ve Medine’nin ardından üçüncü “Haram” Kudüs’ü de bu kutsî mirasın ayrılmaz bir parçası saydılar. Din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin adil bir düzen tesis edilirken şehrin çok dinli ve çok kültürlü yapısı asırlar boyunca korundu.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kudüs adeta yeniden inşa edildi. Bugün hâlâ ayakta olan görkemli surlar onun zamanında yükseldi. Kubbetü’s-Sahra çinilerle bezendi, çeşmeler, sebiller ve imaretlerle şehir donatıldı. Yahudilerin ibadetine açılan Ağlama Duvarı da yine Kanuni’nin imar faaliyetleri arasında yer aldı. Osmanlılar sonraki yüzyıllarda da Kudüs’ü ihmal etmedi. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde Mescid-i Aksa başta olmak üzere kutsal mekânlar onarıldı. Sultan Abdülhamid Han devrinde ise camiler, medreseler, hanlar ve demiryolu projeleriyle şehrin çehresi yenilendi. Dört asırlık Osmanlı dönemi Kudüs’ün kadim kimliğinin en iyi şekilde muhafaza edildiği, adeta yeniden yeşerdiği bir çağ olarak tarihe geçti.

Dünya savaşları sonrası Kudüs’ün akıbeti
Ne yazık ki Kudüs’ün dört asır boyunca süren huzur dönemi Birinci Dünya Savaşı ile sona erdi. Osmanlı orduları Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Suriye-Filistin cephesindeki Kudüs Muharebesinde mağlup olup 9 Aralık 1917’de şehri terk etmek zorunda kaldığında Kudüs 401 yıllık barış iklimine veda ederek karanlık bir sürecin içine girdi. İngiliz manda yönetimi şehrin çok kültürlü yapısını parçalamaya yönelik politikalar izledi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Siyonizm terörünün devletleşmesiyle ortaya çıkan İsrail’in ardından ise Kudüs’ün asırlardır sahip olduğu barış ve hoşgörü kimliği hızlı bir biçimde aşındı. Müslümanlar baskıya, sürgünlere, katliamlara ve hak gaspına maruz kaldı. Evleri, yurtları ve kutsal mekânları acımasızca çiğnendi. Böylece Osmanlı döneminin “barış yurdu” Kudüs’ü yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yerini derin bir istikrarsızlık ve çatışma dönemine bıraktı.
Tarih bize açıkça gösteriyor ki Kudüs, Müslümanların idaresi altında olduğu dönemlerde Hristiyanların ve Yahudilerin de güven içinde yaşadığı bir adalet ve özgürlük yurdu olmuştur. Bunun arkasında İslam’ın “öteki” tanımıyla diğer dinlerin kendilerinden olmayanlara bakışı arasındaki uçurum yatmaktadır. İslam’a göre her insan Müslüman doğar, daha sonra ailesi onu kendi inancına göre yetiştirir. Fakat kişi Müslüman olmasa bile ölene kadar “ehl-i teklif”tir. Bazı inançlarda olduğu gibi farklı ırk ve din mensupları ontolojik olarak “alt insan” şeklinde anlaşılmaz. İnsana insan oluşu itibarıyla ve “Yaradandan ötürü” değer verilir. Müslümanların Kudüs’e bakış açısı da bu anlayışla şekillendiği için onlar bu şehri hiçbir zaman kendilerine ait bir mülk gibi görmediler; onu Allah’ın, bütün peygamberlerin ve dolayısıyla bütün insanlığın ortak emaneti bildiler. Kudüs’ü yönetirken de bu bilinçle hareket ettiler.
Bugün eli kanlı Gazze katili Netanyahu’nun sözleriyle tezahür eden tarih tahrifatının aksine, gerçekler apaçık ortadadır. Kudüs, Müslümanların idaresi altında olduğu dönemlerde barış ve adaletin simgesi olmuş, haçlıların ve Siyonistlerin elindeyse zulüm ve gözyaşıyla anılmıştır. Bu tarihi hakikat geleceğe de ışık tutmalı, Kudüs, hangi ideolojik söylemlerle çarpıtılmaya çalışılırsa çalışılsın, tekrar asıl sahiplerinin elinde adaletle yönetilmelidir.