Dünyanın bir ucundan diğerine giderken tutunacak bir Ramazan arıyordum. Öyle ya, hilali hep aynı yerde görmüştüm. Sultan Ahmet Camii'nin avlusunda veya Beyazıt'ta. Ayaklarım eski İstanbul'a basmazsa nasıl ilerlerdi? Mahyaların ışığı olmazsa görebilir miydim? Ya sahur vakti gümbürdeyen davullar… Korkularım vardı. Derken hilali değil ama dolunayı gördüm. Ramazan'ın on dördünde ay, iyiden iyiye büyümüş, bir fener gibi ışığını tutmuştu yüzüme. Gözlerim kamaştı; ay konuşmaya başladı, “Yanlış yere bakıyorsun." Ve farklı bir kapı gösterdi. Asrı Saadet'in izlerini taşıyan bir yol ve Peygamber'in eviydi işaret ettiği: Medine.
Medine; Ramazan'la birlikte gelişip zenginleşen yemek kültürünü alaşağı ediyordu. Masaları, sandalyeleri, hatta tabak çanağı kaldırmanın vakti gelmişti. Genellikle gençlerin üstlendiği sofra açma, akşam ezanından bir saat önce başlıyor; naylon örtüler safların ortasına sükunetle seriliyordu. Mescid-i Nebevî'de her akşam Peygamber'in misafiri olurken; Medine halkının zengin-fakir aileleri iftar masrafını üstleniyordu. Gösterişten uzak, mütevazı sofralarda herkesin yüzü gülüyordu. Menü hiç değişmiyordu: Hurma, zemzem, yoğurt ve dukka. Hayret, kimse şikayetçi değildi!
Menü değişmese de her akşam Ravza'ya konuk olan insanlar değişiyordu. Bir akşam beraber dizdize oturduğunuz kişileri diğer akşam görme olasılığınız neredeyse yoktu. Mescidin bahçesinde açılan sofralar biraz daha farklı ve çeşit çok olsa da mütevazılıktan ödün vermiyordu. Medine halkının Ramazan'da tek derdi misafir ağırlamak oluyordu. Ravza'nın yolunu tutanları, sofralarına buyur etmek için yarışıyorlardı. Mescide yayılan sofralar muntazam bir şekilde, çabucak toplanınca akşam namazı kılınıyor ve otellerinin yolunu tutanlar yeni bir soruyla başbaşa kalıyordu; “Bir de otel mutfağının tadına mı baksak?" Bazı vakitler otelin mutfağına biraz suçluluk duyarak uğranıyor, yemeğe başlanmadan önce hep aynı hadis hatıra geliyordu; “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz." Yemekten sonraki muhabbetlerde; “Yarın otelin mutfağına uğramak yok" dense de bu söze rağbet eden pek yoktu.
Ramazan'ın nabzını geceler tutar. Bu İstanbul'da da Medine'de de böyledir. Geceyle gündüz âdeta yer değiştirmiştir. Mescid-i Nebevî'de Ramazan demek, hatimli teravih ve teheccüd demektir. İmamın o müthiş Arapçasıyla, hiç acele etmeden okuduğu ayetleri binlerce insan ayakta, kıpırdamadan dinler. Yirmi rekat teravihin ardından, yirmi rekat teheccüd başlar. Yeşil kubbenin altında toplananlar, sanki bu dünyayı terk etmiş de Ay'a yerleşmiş gibi her şeyden kopuk yaşarlar. Ne dünya telaşı, ne geçim kaygısı. Saatler yavaşlamış, günler ve geceler uzamıştır. Bir gün bir hafta gibi geçer.
Amerika'ya geldiğimde iki Ramazan tutuyordu elimden. Medine'nin ve İstanbul'un ramazanları. İkisinde de çocukluğumdan hatıralar vardı. Mahyaların ışıldamadığı, ezanların hopörlörden gümbürdemediği bir şehirde Ramazan'dan korkmuştum. Günlerin uzunluğuna, hava sıcaklığına bir de ayrılık eklenmişti. Houston'ın bilinen en eski mescidinde ilk orucumu açarken korkumun yersiz olduğunu anladım. Tanıştığım herkese, “Ailemden ayrı ilk Ramazanım" diyordum. Bunun ne demek olduğunu anlayacaklarına tuhaf bir şekilde inanıyordum. Mısırlıların, Suriyelilerin, Suudluların arasında, mütevazı sofraların başında, “Sen niye Türk camisine gitmiyorsun, neden arapça bilmiyorsun?" sorularıyla birlikte Arabistan'da buldum kendimi. Kimi vakit sofrada tek Arapça bilmeyen beni unutup, kendi aralarında sohbete dalarlardı. Türkçemize karışan birkaç kelimeden ne konuştuklarını anlamaya çalışırken birdenbire beni hatırlayıp ve özet geçerek sohbetlerinin içeriğini anlatırlarken onlar; ben gülümserdim. Kavgalarını hep arapça yaparlardı. Arada bir küskünlük varsa, birkaç gün sonra haberim olurdu. Bazen bayramla birlikte barış gelirdi, kimi zamansa ebedî bir suskunluk girerdi araya. Kısa sürede birbirimize alışıvermiştik. Artık kimse benim varlığımı sorgulamıyordu. Mescide gitmediğim vakit, “Neden dün akşam yoktun?" diye sormaya başladılar.
O akşam mescide gitmememin sebebi, başka yerleri de görmek istememdendi. Houston'da kurulan her mescidin kendine özgü bir anısı vardı. Mesela ünlü bir müslüman basketbolcu, şehrin merkezindeki büyük banka binasını satın alıp mescide çevirmişti. Dışardan bakıldığında, içinde bir mescid olduğunu kimse fark edemezdi. Hanımların namaz kıldığı bölümün hemen arkasında artık içi boş olan devasa bir banka kasası duruyordu. Hani hep filmlerde gördüğümüz maskeli hırsızların, soymak için can attığı o altın dolu kasalar işlevini kaybetmişti. Mescidlerin kuruluş hikayeleri gibi, dilleri de farklıydı. Kimi mescidde Türkçe hâkimken, başka bir mescidde Arapça, bir başkasında Urduca konuşuluyordu. Yemeklere katılan baharatlar da konuşulan diller gibi farklılık gösteriyordu. Sohbetlerin İngilizce yapılmaması dil bilmeyenler için bir sorun oluştursa da asıl cemaat ana dilinden memnundu.
Bir zamanlar Cidde sokaklarında bir çocuktum. Annem, beni kaybetmekten korkar; saflar arasında kaybolmamamı tembihlerdi. Acaba o çöl sokaklarında kaybolmuştum da yeni mi farkına varıyordum? Medine ve Mekke'deyken, herkesin büyük bir huşuyla Kabe'ye yöneldiği o uzun gecelerde cemaatin yüzünü incelerdim. Dünyanın birçok farklı köşesinden kalkıp gelen çeşit çeşit ırkların arasında uçurumlar olduğunu bilmezdim o zamanlar. Babam tavaf ederken beni omuzlarına almayı, bense kuş bakışı insanları izlemeyi severdim. Houston'ın uzun gecelerinde yine o saflar arasına düştüğümü anladım. Mekân içinde mekânlar vardı. Houston'dan Kâbe'ye açılan gizli bölmeler. Şehrin farklı mescidlerinin kapılarını açıyor ve tavanda dönen pervanelerle, saflar arasında iftarı bekleyen cemaatle başka bir âlemi ziyaret ediyordum. Mekke ve Medine uzak değildi. Ramazan'ın geleneklerde veya mekânlarda saklandığını sanırdım. Yanılmışım.