
Geçmişin ve şimdinin Ramazanını kendi entelektüel haritamıza döktük.
Bir zamanlar Ramazan ayının gelmesiyle gazetelerde Ramazan yazıları tefrika edilir, okuyucular Ramazan’ın mana ve idrak boyutuna çekilirdi. Bu çabalardan ilhamla entelektüel iştiyak ve merakımızın, arayış ve keşif yolculuğumuzun benzer olduğu yazarların izinde geçmişin ve şimdinin Ramazanını kendi entelektüel haritamıza döktük. Ramazan boyunca Dürdane İsra Çınar ve Tuba Kaplan’ın fiiliyatta da yazışarak gerçekleştirdikleri mektuplaşmayı; sahurun, iftarın, mutfağın ve kütüphanelerinin gölgesinde yayına sunarak siz okuyucular için hazırladık…
Tuba Kaplan:
Çayımı aldım ve yazıyorum. Nechül Belağa'yı karıştırdım bugün, "Bedenler usandığı gibi kalpler de usanır. Onlar için hikmetlerin ilgi çekici yönlerini arayın" diye bir bahis var. Arayışın bendeki karşılığı usanmak mı bilmiyorum, peki ya neden arıyorum? "Sonunda sıkıldım bu eski dünyadan" dizesi var ya. Hakikatin veçhelerini aralamak insanda beliren mana, arayış… Tüm bunlar hikmetin insana kazandırdığı başka istidadı galiba. Hikmetin ilgi çeken yönleri üzerine düşünmeye başladım şimdi…

Dürdane İsra:
Hikmet... İnanmış olanın yitiği... Şu zamanda ne hantal ne köhne duruyor ağızda. Hepimiz sıkılıyoruz eski dünyalardan ama aramaya da yine oradan başlıyoruz. Bazı ruhlar diyordu Safiye Erol, kendi negatiflerine rastlamadan kendilerini bulamazlar. Misal, Hz. Hamza'nın istidadını anlayabilmesi için Ebu Cehil'le kapışması gerekti. Bu zamanın hikmetle karşılaşması da daima tezatıyla vuruşmasından mı doğacak? Bilmiyorum. Bin bir vecheden biri bu belki...
Tuba Kaplan:
Aynı yazının başlarında "İslamiyet’e yol çok; akıl yolu, vicdan yolu, hak duygusu yolu… Amma aslında İslamiyet candan cana bir sirayet yoludur" diyor Erol. Her ruh için istidakı idrak her zaman tezattan olmasa gerek. Hz. Hatice'nin karşılaşması var Peygamberle. "Hikmet Müminin yitiğidir" ne demek? Nerden gelirse ve kimden. Tezat ya da ruhun kaynaşması, aynalaması. Candan cana…

Dürdane İsra:
Kalpler sanki önce tezatıyla uslanıyor ve sonra fena usanıyor bu ikilikten. Bir olanı düşlüyor, onu arzuluyor, onu arıyor. Celal dairesinden, cemal dairesine... Safiye Erol'un bir araya geldikçe hep bahis açtığımız, bize ilham veren yolculuğu da böyle malum. Bahsettiğimiz kısımlar Çölde Biten Rahmet Ağacı'ndan. İnciler gibi yan yana sıralanmış otuz yazı. 1962'nin Ramazan ayı boyunca tefrika ediyor bu metinleri. İnsan ömründe hepi topu kaç Ramazan görüyor? Her birinde böyle derinleşebilse asırlarca yaşamış gibi hisseder...

Tuba Kaplan:
Uslanmakta us'a dönük bir şeyler de var. Dahası kalp yatışması, şifalı metinler diyelim. Kalpler O'nu andıkça genişler…Hikmetin başka ilgi çekici yönü de bu dirilik, yenilik. Üzerinden 65 yıl, 60 Ramazan geçen bir metnin Ramazan ayı gibi eskimeden daima genişlemesi şaşırtıcı geliyor bana. Tezat metinler, tezat kişilerden bu şifalı metinlere arınma, arama yoluyla rastladım. Yolculuğum boyunca benzeri bir yolcuya rastlamak şifası var bu metinlerde. Safiye Erol, Ramazan’da 30 gün boyunca 30 ayrı müstakil yazı olarak tefrika ediyor bu yazıları sonrasında Çölde Biten Rahmet Ağacı adıyla kitaplaşıyor... Derin ve inanç yoğunluğu sarih şekilde en fazla açık olan bir metin Ramazan’a yakışır şekilde ortaya çıkıyor. Oruç gibi...Orucu gizleyemezsin, örtmezsin, açıktan bir coşkunluk ve uyumu var. Bu anlamda kitap, Ramazan ayı mahsulü ve bereketiyle ruha dokunuyor. Kubbealtı 2001 senesinde ilk defa okuyucuya ulaştırıyor kitabı. Ve bugün Ramazan’ın ilk günü elimizde Safiye Erol var yine.

Dürdane İsra:
Evet... Ebediyete hasredilmiş her şey gibi bazı metinler de sonsuzlukta bir nokta. Bu sabah kitaplıkta gözüme ilişince yeniden baktım Coomaraswamy'nin Vakit ve Ebediyet kitabına. "Ruhta bir kuvvet var ki zaman ona ilişemez." diyor. Ramazan tam da atomik zaman denen şeyin tecrübesi değil mi? Bir zaman dilimi değil, her an yeniden yaratılmakta olan ân’ın idraki... Doğrusal değil, dikey bir akışı var. Derinleşiyorsun ve derinde her şey daha yavaş daha sahici.
Tuba Kaplan:
Hani buz satan satıcıyı pazarda görünce; Asr Suresinin anlamını idrak ettim, demişti ya Mevdudi. Hatırıma yıllar sonra şimdi yine düştü. "Sermayesi eriyen bu adama yardım edin" diyerek su satan adamı duyunca Mevdudi irkiliyor. "Asra, zaman yemin olsun ki insan hüsrandadır…" Fakat işte ayette “ancak” geçiyor. Senin Vakit ve Edebiyyet alıntında geçen "ruhta bir kuvvet" kısmını bu bağlaca yakıştırdım. Hüsranda olmayan ruhtaki o kuvveti idrak edenler. Zamanı tecrübe ettiğimiz, an be an vakte bağlı kaldığımız, ezanlara kulak kesildiğimiz Ramazan ayı insana öyle bir hâl getiriyor ki insan bu manadan an idrakine geçerken, perdeleri aralarken, zamanın da ötesinde bir kuvvete dayanıyor.

Dürdane İsra:
Sufiler, orucu meleklerin gıdası diye tarif ederlermiş. Schimmel aktarıyordu, "Açlık Tanrı'nın yalnızca seçkin kullarını beslediği rızkıdır." Ruhtaki kuvveti dirilten bu gıda olmalı, açlık gıdası... Meleklerin gıdası... Nefsin sudan ve katıktan arındığı, yalnız "tahalluku bi ahlakillahi" yani Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmaya gayret ettiği bir sonsuzluk tecrübesi. Zor ama etkisi çok sarih.
Tuba Kaplan:
Modern insanın tanımının ne kadar aksi bir ifade değil mi? Suya yansıyan yüzümüze değil de aksimize bakabilsek belki farklı olabilir. Orucu gıdasız kalmak olarak yorumlardık biz ama ilim ehli ne güzel ifade etmiş: Açlık rızıkdır demişler. Buzidi'nin bir şiir şerhi var, Eric Geoffroy aktarmıştı: el fenâ fit tevhid: tevhidde tamamen yok olmak… Tevhidle hemhal olup tevhidin sırrına erişince idraki açılıyor demek insanın. "Tevhid bir ateştir" aşk gibi. Yemek içmeden kesilmek sana aşkı çağrıştırmıyor mu?
Dürdane İsra:
Bir masada bir çift oturuyor diyelim, tazecik, bir başlangıcın eşiğindeler. Bir şeyler sipariş etmişler önlerine. Dikkat ederim, kimin tabağı öylece duruyor, kimin içeceği buz kesilmiş, kim hiç ekmeğe uzanmamış, işte gerçekten âşık olan odur. Ne heyecandır o… Aşk ve ondan doğan şevk, Nuayme'nin dediği gibi, Tanrı'ya dönüş azığı. Tanrısal olana. Ramazan'da biz de o aşıklar gibi bekleyebiliyor muyuz acaba iftar sofralarında?

Tuba Kaplan:
Biz kıyıcıyız galiba. Ama hikâye de böyle tamamlanıyor. Aşk bir lahza işi, bir yıldırım darbesi ama herkeste çabucak şuur düzeyine çıkmaz dediği Erol'un. Yine de derinde çarpışmanın şiddetinden sonra aşığa bir hâl oluyor. Aşkın bir zenit noktası vardır ki der Safiye Erol, oraya gelince aşık hem kendine hem sevgilisine kıyabilir. Gazanın son mertebesini de cemal ve celal inflakına benzetiyor. Aşık vuslat elindeyken ayrılığı seçer. Aşıkların arasındaki mana dışardan okunamıyor tam olarak. Vuslat ve ayrılık bahsinden hareketle Tövbe suresi 88. ayeti hatırlatarak, insan sevdiğinde ideal sevgiyi aradığından bir köşede gevşemesine razı olmaz diye ekliyor Erol. Bana öyle geliyor ki; hikmetteki veçhelerden biri de aşkı karşılamak, aşka karışmak… Dünyevi aşkı giyerek Allah’ın boyasıyla boyanmak. Bütün bunların bir anlamı da bu olmalı…

Dürdane İsra:
Sahuru beklerken aşktan bahsetmek... Deliyiz biz. Sevdavîyiz bence bundan biraz da. Mizaç da bir çıkmaz. Gıdalanırken ona da dikkat etmeli, şimdi alternatif tıp uzmanlarının dilinde ahlat-ı erbaa. Yani vücuttaki o dört sıvı, ona göre gıdalanmalı, kuru mizaçsan seni iyice tutuşturup harlayacak kuru ve sıcak gıdalara el uzatmamalı, denir. Mutedili aramalı. Aşk, itidali öğrenelim diye verilmiş sanki. Azık da öyle. Ben şimdi sevdavi mizacıma uygun nemli ve sıcak şeyler koyacağım bu sahurda masaya. Biraz havuç salatası, belki muzlu yulaflı yoğurt. Bal mesela. Çayı da kakuleli içeceğim. Eskiler ekmek ve yumurtayı asli gıda, geri kalan her şeyi ilaç kabul edermiş. Miktarına göre bir şey ya zehir ya panzehir. Ölçü bilmeyince, maddi azık da manevi azık da zehroluyor insan için.

Tuba Kaplan:
Ölçü ayı, istesek de istemesek de ne kadar dengeye çeken duyguda ve bedende. Bedensiz duygu, duygusuz beden olmuyor. Öyle bir ay bu. Ben yeşillikler aldım bugün bol bol. Kuzu kulağım bile var. Avakadoya elim bir varmadı. Avakado ve Ramazan bana çok avangart geldi bir an, vazgeçtim. Şimdi diğerlerini düşünmeye de başlarım. Birazdan evlerin ışkıları belirir onlara bakarım. Tweetr’da kimler sahuru bekliyor merak ederim. Aklıma şu bağlam geldi. Esed'in Mekkeye Giden Yol’u ilk gençlikte beni sarsmıştı, Cahit Koytak çeviriyor kitabı. Esed, ben İslamı öğrenip yaşayınca bütün arayışların son bulduğunu sanıyordum ama samimi şekilde bu inancı benimseme ve yaşama biçiminin yansıması aynı inancı paylaşan öteki insanların hayatlarına girme ve izlemek arzusunu da beraberinde getiriyor, diyor. Bu izleme arzusu sahurda yanan lambalardan, iftar saatini kollamaya, cemaatin camiden dağılırken tanıdık yüz aramasından tutun da birçok yerde nevşü neva buluyor. "Dışardan" biri müslüman olunca bu izleme arzunun kıymetini ne güzel fark ediyor. Dikizleme ve dayatma, edep dışı bir taşkınlık yok burada. Allah’ın boyasıyla hep birlikte boyanma arzusu var.
Dürdane İsra:
Bugün eve gelir gelmez küçük Ramazan fenerlerini astım, salonun bir duvarına, Er-Rahim ve El-Hafız esmalarının tam üzerine "Hoş Geldin Ramazan" yazılı bir ev mahyası... Işıklandırdım. Sabah, oğulcuğum Agâh uyanınca görsün istedim. Bazı Ramazan'lar hiç unutulmuyor. Ben de senin dediğin o "dışarıdan biri" olarak Buhara'da geçirdiğim Ramazan'ı bir milat sayıyorum. Dışarıdan ve bir de Müslüman olunca, bambaşka yerlerde, başkaca dillerde, başka hayatlarda insanların aynı hislerle dopdolu olması nasıl tarifsiz bir his. Buharalı Özbek ve Tacikler, "Roza mısın?" diye sormuşlardı bana. Sanki bir an İspanyolca “Gül müsün?”, diye sorduklarını zannetmiş hem şaşırmış gem de gülmüştüm. Meğer oruçlu musun, niyetli misin diye soruyorlarmış. Farsça Rûz - e Ramazan'ın kısaltması olarak kullanıyorlarmış Roza sözcüğünü. Şimdi benim anladığım haliyle yani gülle karşılayacağım bu ramazanı. Ve içimden tatlı tatlı soracağım herkese, “Roza mısın, gül müsün, öyleyse Allah kabul etsin."

Tuba Kaplan:
Roza çok güzelmiş. Aşkı göğsünde taşımak, çocuklara oruçluyum magnetleri takıyorlar ya tam göğüslere…Ramazan’ın neşesi bambaşka Valide Atik'i nasıl da süslemişler öyle. Ben de eve küçük ışıklandırmalarla ev mahyamı astım. Ramazan’ı güzeli karşılar gibi karşılamak istiyorum. Küçük İslam ülkelerini Batılı ülkelere değişmem dedi ya Zeynep Özel bugün. Kuru buralar diyor. Gerçekten dışarıdan bakınca içerideki neşe ancak o zaman anlaşılıyor. Neyse ki İstanbul bambaşka bir şehir. İstanbul Ramazanlarını anlatan Süheyl Ünver geldi aklıma, ne büyük sırları barındırıyor bu şehir semt semt hem de. Her sene başka alışkanlık da Samanyolunda Ziyafet'ini karıştırmak Karakoç’un. İlkyazı, “Betonları Kıran Oruç” başlığını taşıyor. Oruç, betonlaşmış kalplerin ve zihin dünyamızın manevi dinamitlerle parçalanması ve yeniden yeşermesine imkân sağlanmasıdır diyor Karakoç. Betonu bile yeşerten zamanın mümkünlüğü içerisinde kendimizi yonttuğumuz bir aydayız yani. Herkes kendini oysun ve gülüne iyi baksın o zaman. Ezanı kaçırmasak mı?
#Ramazan
#Ramazan Mektupları
#Dürdane İsra Çınar
#Tuba Kaplan