
Türkiye’de özellikle 1980 sonrası gündelik hayatta yayılmaya başlayan ve 1990’larda neredeyse herkesin dilinde olan “ötekileştirme” kavramı, mahiyeti hakkında pek de bilgi sahibi olunmadan modalaşan bir kavram olarak dolaşımdaydı. “Biz” olarak tanımlanan merkezin dışında kalan grupların, kişilerin, tehdit unsuru olarak tasvir edildiği, “biz” ve “onlar” ayırımı üzerinden kutuplaştırılan bir toplumun inşasında “ötekileştirme” ameliyesinin önemli bir rol oynamış olduğunu başörtülü kadınlar örneği üzerinden de görmek mümkün.
…
Bu süreç özellikle 1980 sonrası başladı diye düşünüyorum. Başörtülüler daima tanımlandı. Tanımlanmak ne demektir? Tanımlanma yoluyla sınırlandırılırsınız. Sınırlandırıldıkça rol alırsınız. Rol aldıkça insanların sizin rolünüzü iyi oynayıp oynamadığınız üzerinde konuşma hakları doğar. Bir mağazaya girersiniz, tezgâhtar sizi tanımlar: “A siz çok farklısınız. Hiç ötekilere benzemiyorsunuz. Siz çok zevklisiniz!” Bir başörtülünün aynı şeyi laikçi bir kadına söylediğini düşünün. “Siz çok farklısınız. Hiç öteki laikçilere benzemiyorsunuz. Ne kadar akıllı uslu konuşuyorsunuz.” Acaba bu sözlere muhatap olan kişi, bu cümleleri iltifat olarak mı algılardı, yoksa hakaret olarak mı?
Başörtülüler, pek çok alanda baskı görmenin yanı sıra estetik alanda da baskı ve dayatmalarla karşılaşıyor. Fakat hegemonik kamu öylesine her şeyin üstünü örtmüş ki, kimse dayatmanın zevk, estetik boyutuna kadar nüfuz etmiş olduğunu fark etmiyor bile. Zaten estetik baskı çok zor görülür. “Böyle daha güzelsin…” dayatmasına “Hayır, esasında ben kendi istediğim gibi olduğum zaman en güzelim.” diyebilecek pek az kişi vardır.
Yaşadığımız durum böyle olduğu halde, kavga “Şeriatçılar gelirse bize yer kalmayacak” düzleminde canlı tutulmaya çalışılıyor. İyi de laikçiler iş başında olduğunda da dindar insanlara hiç yer kalmıyor. Batı’nın kendi dışındaki bütün kültürleri barbar ve öteki olarak görmesi gibi, laikçiler de kendi dışındakileri gerici olarak görüyor. Esasında kendisi bir Batılı karşısında ‘öteki’ iken sınırlandığı çember içinde o da tekrar kendisi için bir öteki oluşturmuş oluyor. ‘Çağdaş kadınlar’ başarılı kadın mitinin gücünü kaybetmesine bağlı olarak kendilerini güçlü gösterecek bir ‘öteki’ inşa etmeyi planladılar. ‘Öteki’ni çirkinleştirdikleri oranda kendilerinin güzelleşeceğini, mükemmel ve güçlü olacağını varsayan bir tasavvur bu. Tesettürlü kadın ötekileştirme için çok uygun bir obje. Çünkü tesettüründen dolayı her yerde kolaylıkla ‘teşhis’ edilebilir.
1980 sonrası tesettürlü öğrenciler ve kadınlar üzerine yapılmış akademik çalışmalar yoluyla, bazı feminist yazarların kendilerini yeniden gözden geçirmelerine şahit olduk. Bu manada bir etkiden söz etmek mümkün.
Cumhuriyet’le birlikte halkın daha ziyade kırsal kesimdeki direnişini biliyoruz. Kızları gâvur kızları gibi olmasın diye okula göndermiyorlar mesela. Tek parti döneminin sıkı soruşturmasına rağmen, halk tarlasını satma pahasına kızının yaşını büyütüyor ya da başöğretmene rüşvet veriyor. Bugün bizim unuttuğumuz, fakat Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hatta Demokrat Parti zamanına kadar Müslüman halkta bütün baskılara rağmen kendisi olmak ve kimseye benzememek hususunda müthiş bir direnç olduğunu görüyoruz. Yalnız buradaki hiç kimseye benzememekten kastedilen, kendini her seferinde muhatabına göre yeniden şekillendirmek değil. Kendisi kalarak kimseye benzememek. Bugün bize katı ve tutucu gelen bu tavır esasında üzerinde dikkatle durulması gereken bir tavır.
Bu tavır aynı zamanda eleştirel bakışı dışarıda tutan bir tavır. Bu, farklı bir medeniyetin insan ve dünya tasavvuruna ait bir durum. Kötü olanı ortaya getirmeme… Dünyasında, hafızasında daima iyi olanın resmini muhafaza etme… Bu tasavvurun canlılığını koruduğu dönemde Müslüman kadının kimliği için herhangi başka bir kadının varlığı ya da yokluğu önemli değildir. Çünkü, kemalât kişinin kendi nefsiyle mücadele esasına dayanır. Hâlbuki eleştirel dünya, sizin nefsinizle onun nefsi arasındaki çatışmaya dayanır. Mutlak iyi resimlerden ziyade, kusurlu resimler varlık noktasına taşınır. Çünkü mutlak iyi konuşulamayan ve tartışılamayandır.
Değilleme mantığı, sahip olunan değerin tek başına temsil edilmekte güçlük çekildiği zaman ortaya çıkıyor. Yani kişi, benzemekten korktuğuna benzemeye başladığı anda, benzemekte olduğunu kendine yabancılaştırarak, araya mesafe koyarak “O böyle, ama ben böyle değilim” diyerek kendisine bir kimlik oluşturma çabası içine giriyor. Çünkü kendisinin nasıl olması gerektiğine ve nasıl olursa kendisi kalabileceğine dair bir bilgisi yok. İslamcı kadınların kamusal alan mücadelesindeki bu yanlışlığı, çıkarılan dergiler aracılığı ile kolaylıkla tespit etmek mümkündür. Mesela hayatlarında hiçbir feminist kadın görmemişken ya da feminist ideolojiye ait bir tek kitap bile okumamışken, kendi kimliklerini feminist kimliğin değillemesinden yola çıkarak çizmeye kalkan bir anlayış vardı, 1970’li ve 1980’li yıllarda.
Laikçi kadın profili 1990’ların ikinci yarısından itibaren ağırlığını hissettirmeye başladı. Laikçi kadınların sistematik bir dünya tasavvuru yok. Kendi kimliklilerini İslamcı kadınların kamusal alanda yer almalarını engellemek üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyorlar. ‘Çağdaş kadın’ klişesinin ötesine geçebilmiş bir söyleme sahip değiller. Dolayısıyla laikçi kadınlar da kendi kimliklerini, İslamcı/gerici kadın tiplemesinin değillemesinden yola çıkarak gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Meraklısı için not:
Yukarıda okumuş olduğunuz metin 1999 yılında yayımlanan Kamusal Alanda Başörtülüler kitabından alınmıştır.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.