Müslüman kadın kimliği III

04:0024/10/2025, Cuma
G: 24/10/2025, Cuma
Fatma Barbarosoğlu

Türkiye’de özellikle 1980 sonrası gündelik hayatta yayılmaya başlayan ve 1990’larda neredeyse herkesin dilinde olan “ötekileştirme” kavramı, mahiyeti hakkında pek de bilgi sahibi olunmadan modalaşan bir kavram olarak dolaşımdaydı. “Biz” olarak tanımlanan merkezin dışında kalan grupların, kişilerin, tehdit unsuru olarak tasvir edildiği, “biz” ve “onlar” ayırımı üzerinden kutuplaştırılan bir toplumun inşasında “ötekileştirme” ameliyesinin önemli bir rol oynamış olduğunu başörtülü kadınlar örneği üzerinden

Türkiye’de özellikle 1980 sonrası gündelik hayatta yayılmaya başlayan ve 1990’larda neredeyse herkesin dilinde olan “ötekileştirme” kavramı, mahiyeti hakkında pek de bilgi sahibi olunmadan modalaşan bir kavram olarak dolaşımdaydı. “Biz” olarak tanımlanan merkezin dışında kalan grupların, kişilerin, tehdit unsuru olarak tasvir edildiği, “biz” ve “onlar” ayırımı üzerinden kutuplaştırılan bir toplumun inşasında “ötekileştirme” ameliyesinin önemli bir rol oynamış olduğunu başörtülü kadınlar örneği üzerinden de görmek mümkün.

Nazife Şişman:
Ötekileştirme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu süreç özellikle 1980 sonrası başladı diye düşünüyorum. Başörtülüler daima tanımlandı. Tanımlanmak ne demektir? Tanımlanma yoluyla sınırlandırılırsınız. Sınırlandırıldıkça rol alırsınız. Rol aldıkça insanların sizin rolünüzü iyi oynayıp oynamadığınız üzerinde konuşma hakları doğar. Bir mağazaya girersiniz, tezgâhtar sizi tanımlar: “A siz çok farklısınız. Hiç ötekilere benzemiyorsunuz. Siz çok zevklisiniz!” Bir başörtülünün aynı şeyi laikçi bir kadına söylediğini düşünün. “Siz çok farklısınız. Hiç öteki laikçilere benzemiyorsunuz. Ne kadar akıllı uslu konuşuyorsunuz.” Acaba bu sözlere muhatap olan kişi, bu cümleleri iltifat olarak mı algılardı, yoksa hakaret olarak mı?

Başörtülüler, pek çok alanda baskı görmenin yanı sıra estetik alanda da baskı ve dayatmalarla karşılaşıyor. Fakat hegemonik kamu öylesine her şeyin üstünü örtmüş ki, kimse dayatmanın zevk, estetik boyutuna kadar nüfuz etmiş olduğunu fark etmiyor bile. Zaten estetik baskı çok zor görülür. “Böyle daha güzelsin…” dayatmasına “Hayır, esasında ben kendi istediğim gibi olduğum zaman en güzelim.” diyebilecek pek az kişi vardır.

Yaşadığımız durum böyle olduğu halde, kavga “Şeriatçılar gelirse bize yer kalmayacak” düzleminde canlı tutulmaya çalışılıyor. İyi de laikçiler iş başında olduğunda da dindar insanlara hiç yer kalmıyor. Batı’nın kendi dışındaki bütün kültürleri barbar ve öteki olarak görmesi gibi, laikçiler de kendi dışındakileri gerici olarak görüyor. Esasında kendisi bir Batılı karşısında ‘öteki’ iken sınırlandığı çember içinde o da tekrar kendisi için bir öteki oluşturmuş oluyor. ‘Çağdaş kadınlar’ başarılı kadın mitinin gücünü kaybetmesine bağlı olarak kendilerini güçlü gösterecek bir ‘öteki’ inşa etmeyi planladılar. ‘Öteki’ni çirkinleştirdikleri oranda kendilerinin güzelleşeceğini, mükemmel ve güçlü olacağını varsayan bir tasavvur bu. Tesettürlü kadın ötekileştirme için çok uygun bir obje. Çünkü tesettüründen dolayı her yerde kolaylıkla ‘teşhis’ edilebilir.

Nazife Şişman:
Siz daha çok başörtülülerin laik kesim tarafından tanımlanması, belirlenmesi üzerinde duruyorsunuz. Tersinden bir süreç ile başörtülü kadınlar da kentli kadınların kimlik tanımlamaları üzerinde etkili olmuştur diyebilir miyiz?
Fatma Barbarosoğlu:
Daima. Cumhuriyet’in ilk yıllarında asrî kadın olmak öne çıkarılmıştı, biliyorsunuz. Asrî kadın erkeğinin yanında yer alan, okumuş kadın. Bu imaj öne çıkarıldığı dönemde, başı örtülü olan kadınlar geleneksel kadındı. Sokakta yürürken bile erkek önde kadın arkada yürürdü. Bu bakımdan yeni kadın tipinin erkeğinin yanında ve onun kolunda ve onunla birlikte her yerde olması pek önemlidir. Diğer taraftan geleneksel kadın tahsilli değildir, bir mesleği yoktur. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kadın mesleğinin (sembolik) çeşitliliğine günümüzde ancak gelindi. Her yeni, kendine olan güvensizliği eskisine hiç benzemediği hususunu vurgulayarak muktedir olmak ister. Cumhuriyet rejimi için kendisini eskinin üzerinden ve ondan tamamen farklı olarak tanımlama biçimi çok önemlidir. Fakat üzerinde durmamız gereken mesele, başörtülü kadınların da laikçi kadınları sınırlayıp sınırlamadığı olmalı. Hegemonik manada böyle bir sınırlamanın varlığından bahsetmek mümkün değil. Vulgarize İslami dergilerde başı açık kadınları toptan yargılayan, kategorize eden yazılara rastlamak mümkündür. Fakat bunlar marjinaldir. Laikçi yaklaşımların kamusal alandan dışlanması yolunda, tesettürlü kadınlardan sâdır olan bir talebe rastlamak mümkün değildir. Mesela İslami kanallarda başı açık kadınlara rastlamak, herhangi bir fevkaladelik arz etmez. Ama malum medyada başı örtülü bir gazeteci, köşe yazarı ya da sunucu düşünebiliyor musunuz?

1980 sonrası tesettürlü öğrenciler ve kadınlar üzerine yapılmış akademik çalışmalar yoluyla, bazı feminist yazarların kendilerini yeniden gözden geçirmelerine şahit olduk. Bu manada bir etkiden söz etmek mümkün.

Nazife Şişman:
Soruyu diğer taraftan bakarak tekrar sorarsak, başörtülü dindar kadın kimliğinin oluşmasında etkin olan ‘öteki’nin özellikleri nelerdir? Yani dindar kadınlar da kendi kimliklerini kurgularken ‘laikçi çağdaş, vs.’ özelliklere sahip bir ‘öteki’nin değillemesinden mi yola çıkmışlardır?
Fatma Barbarosoğlu:
Değilleme mantığı konjonktürel olarak yıldan yıla farklılıklar gösteriyor. Mesela Osmanlı’nın ekonomik ve siyasi olarak güçlü olduğu dönemde, gayrimüslim tebaa Müslüman tebaaya benzemeye çalışırdı. Fermanlar gayrimüslim kadınların Müslüman kadınları taklit etmesini yasaklardı. Sonra devran tersine döndüğünde, Müslüman kadınlar gayrimüslim kadınları taklit etmesin diye fermanlar çıkarıldı. Osmanlı’nın yıkılış döneminde mütedeyyin ailelerin kızlarını nasıl yetiştirdiği hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz.

Cumhuriyet’le birlikte halkın daha ziyade kırsal kesimdeki direnişini biliyoruz. Kızları gâvur kızları gibi olmasın diye okula göndermiyorlar mesela. Tek parti döneminin sıkı soruşturmasına rağmen, halk tarlasını satma pahasına kızının yaşını büyütüyor ya da başöğretmene rüşvet veriyor. Bugün bizim unuttuğumuz, fakat Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hatta Demokrat Parti zamanına kadar Müslüman halkta bütün baskılara rağmen kendisi olmak ve kimseye benzememek hususunda müthiş bir direnç olduğunu görüyoruz. Yalnız buradaki hiç kimseye benzememekten kastedilen, kendini her seferinde muhatabına göre yeniden şekillendirmek değil. Kendisi kalarak kimseye benzememek. Bugün bize katı ve tutucu gelen bu tavır esasında üzerinde dikkatle durulması gereken bir tavır.

Bu tavır aynı zamanda eleştirel bakışı dışarıda tutan bir tavır. Bu, farklı bir medeniyetin insan ve dünya tasavvuruna ait bir durum. Kötü olanı ortaya getirmeme… Dünyasında, hafızasında daima iyi olanın resmini muhafaza etme… Bu tasavvurun canlılığını koruduğu dönemde Müslüman kadının kimliği için herhangi başka bir kadının varlığı ya da yokluğu önemli değildir. Çünkü, kemalât kişinin kendi nefsiyle mücadele esasına dayanır. Hâlbuki eleştirel dünya, sizin nefsinizle onun nefsi arasındaki çatışmaya dayanır. Mutlak iyi resimlerden ziyade, kusurlu resimler varlık noktasına taşınır. Çünkü mutlak iyi konuşulamayan ve tartışılamayandır.

Nazife Şişman:
Dindar kadınların kimliğinin, ‘öteki’nin kusurlu yönlerinin değillemesinden yola çıkarak gerçekleştirilmeye çalışılması ne zaman başlıyor peki?
Fatma Barbarosoğlu:
Bu kimlik arayışı Cumhuriyetle birlikte hızlanıyor. Neden hızlanıyor? Çünkü asrî kadın anlayışı, İkinci Meşrutiyet yıllarında da var olan bir anlayış. Fakat üst referans gurubunu yine de dinî kimliğe bağlılık oluşturuyor. Cumhuriyetle birlikte kimlikteki üst referansı oluşturan din, devre dışı bırakılıyor. Din ve gelenek, yenilmiş bir dünyanın yenilgiye sebep olan öğeleri olarak âdeta bir suç unsuru olarak sunuluyor artık. Özellikle tek parti döneminin sıkma baş operasyonları neticesinde, dindar kadınlar sokaklara bile çıkmaz oluyor. Yani görünmez oluyorlar. Osmanlı bakiyesi nesil için görünmez olmak, katlanılması çok zor olan bir durum değil. Çünkü fark edilmeyi değil, fark etmeyi esas alan bir medeniyetin terbiyesi ile yetişiyorlar. Enteresandır, “Sokaklarda hoş olmayan durumlarla karşılaşırdık” yerine, “Sokaklarda hoş olmayan durumlar vardı, sokağa çıkmamayı tercih ederdik” diyen bir anlayışa sahipler. Fakat aynı espriyi kendi kızlarında devam ettirmeleri çok kolay değil. Çünkü kendi çocukları, okullardaki eğitimin değişen paradigmasının etkisiyle, onların inanmadığı bir dünyaya inanan çocuklar.

Değilleme mantığı, sahip olunan değerin tek başına temsil edilmekte güçlük çekildiği zaman ortaya çıkıyor. Yani kişi, benzemekten korktuğuna benzemeye başladığı anda, benzemekte olduğunu kendine yabancılaştırarak, araya mesafe koyarak “O böyle, ama ben böyle değilim” diyerek kendisine bir kimlik oluşturma çabası içine giriyor. Çünkü kendisinin nasıl olması gerektiğine ve nasıl olursa kendisi kalabileceğine dair bir bilgisi yok. İslamcı kadınların kamusal alan mücadelesindeki bu yanlışlığı, çıkarılan dergiler aracılığı ile kolaylıkla tespit etmek mümkündür. Mesela hayatlarında hiçbir feminist kadın görmemişken ya da feminist ideolojiye ait bir tek kitap bile okumamışken, kendi kimliklerini feminist kimliğin değillemesinden yola çıkarak çizmeye kalkan bir anlayış vardı, 1970’li ve 1980’li yıllarda.

Laikçi kadın profili 1990’ların ikinci yarısından itibaren ağırlığını hissettirmeye başladı. Laikçi kadınların sistematik bir dünya tasavvuru yok. Kendi kimliklilerini İslamcı kadınların kamusal alanda yer almalarını engellemek üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyorlar. ‘Çağdaş kadın’ klişesinin ötesine geçebilmiş bir söyleme sahip değiller. Dolayısıyla laikçi kadınlar da kendi kimliklerini, İslamcı/gerici kadın tiplemesinin değillemesinden yola çıkarak gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Nazife Şişman:
Türkiye’deki “ezilen, baba ya da koca baskısı ile başını örten”den “siyasi simge olarak başını örtüyor” yaklaşımına dek değişen algı ve imajların etkisinde olan dindar tesettürlü kadınlar, tabiri caizse, bu imaj baskısına nasıl tepkiler vermektedirler?
Fatma Barbarosoğlu
: Başörtülü genç kızların çoğu, tam tersi şekilde davranarak karşı tarafın tezlerini çürüttüğünü düşünüyor. Tanımlanma sürecinde; daima itilmiş, istenmeyen insanlar konumuna indirgendiği için, başörtülüler, tanımlanma biçimlerine reaksiyon olarak “Ben senin o söylediğin değilim”i en kısa yoldan gerçekleştirmeye kalkıyorlar. Koca baskısı altında mı dersiniz, feministleri bile hayran bırakan eşitlikçi, hatta terazinin daha kadına doğru kaydığı bir söylemi benimsemiş görünüyorlar. “Siyasi simge olarak başını örtüyor” deniyor, en kısa yoldan siyasetle hiç ilgilenmemek şeklinde bir tavır gösteriliyor. Sokakta Refah/Fazilet Partisi’nin bir ferdi gibi algılanmaya tepki olarak bu partiyi, bu partide çalışan kadınları küçümseyen -eleştiren demiyorum dikkat ederseniz, küçümseyen diyorum- bir tavır takınılıyor. “Baba baskısıyla örtüyor” eleştirisi, çok ciddiye alınan bir eleştiri değil. Özellikle üniversiteli gençlik söz konusu olduğunda, baba baskısıyla örtünülmediğine ilk delil ailedeki diğer kardeşlerin başlarının açık oluşu.

Meraklısı için not:

Yukarıda okumuş olduğunuz metin 1999 yılında yayımlanan Kamusal Alanda Başörtülüler kitabından alınmıştır.

#Aktüel
#Hayat
#İslam
#Fatma Barbarosoğlu