Üniversite sınavına gireli 30 yılı aştı. Mart ayında yapılan ÖSS’de işler benim açımdan yolunda gitmişti. Ancak Hazirandaki ÖYS’nin sabahına kuvvetli bir baş ağrısıyla uyanmıştım. Sınav boyunca zonklayan başım, potansiyelimin en az 8-10 net altında kalmamı sağladı. İstanbul Hukuk beklerken Marmara İlahiyat geldi. “Nasip” deyip yoluma devam ettim elbette. Zaten temel amacım da “belirli bir üniversitenin belirli bir bölümünü okumak” değildi. Yazar olmak için İstanbul’a atmam gerekiyordu kendimi. Öyle düşünüyordum.
Geçen Pazar çok yakın bir arkadaşım, biricik evladının LGS sınavının ilk bölümünün ortalarında optik cevap kağıdına su döktüğünü, bu olaydan sonra evladımızın dağılıp gittiğini ve potansiyelinin çok çok altında bir performansla sınavı tamamladığını anlatınca o baş ağrısı geldi aklıma.
Şunu biliyorum elbette. Potansiyeli yüksek çocuklarımız, istikametten ayrılmazlarsa, bir şekilde yollarını buluyorlar ve potansiyellerinin karşılığını alıyorlar. Cevap kağıdı, sınav sabahı yaşanan aksaklıklar falan fasa fiso oluyor bir noktada. Bunu unutmadan okuyun lütfen yazının bundan sonrasını.
Hem liselere hem de üniversitelere giriş sınavlarında çocuklarımız en küçük bir aksaklıkta 2-3 yıllarını kaybetmiş gibi hissediyorlar. Yapabilecekleri bir soruyu bile herhangi bir aksaklık yüzünden yapamasalar hayatın anlamını yitirmiş gibi oluyorlar. Bunun, bir yandan artık evlatlarımızın “aşırı dirençsiz” olmalarıyla da çok ilgisi var lakin bu başka bir yazının konusu olsun.
O halde artık önerimi yapayım. Madem liselere ve üniversitelere “akademik başarı, sosyal gelişmişlik, davranışsal gelişim” üçgenini nesnel şekilde ölçümleyerek sınavsız öğrenci alamıyor, bu sistemi kuramıyoruz; bari lise ve üniversitelere giriş sınavları senede 4, hatta 5 kere yapılsın. Evlatlarımız bu sınavların isterlerse hepsine yahut birine girip puanlarını alsınlar ve aldıkları en yüksek puan girecekleri okul için temel olsun.
Açtım parantezi: Sınavın, hele sadece akademik başarının ölçüldüğü tek bir sınavın bir evladımızın bütün hayatını belirleme iddiası taşımasını bir tek ben korkunç buluyor olamam değil mi? Bu korkunç bir gerçeklik. Kapattım parantezi.
Şundan bahsediyorum. Mayıs ayı boyunca her Pazar LGS, Haziran ayı boyunca her Pazar YKS sınavı yapılsın. Çocuklarımız bu sınavların ister birine girsin, ister hepsinde şansını denesin. Böylelikle hiç olmazsa akademik potansiyellerini bir aksaklığa kurban etmeksizin yollarına devam edebilsinler.
Şimdi Milli Eğitim Bakanlığı yahut ÖSYM yetkililerine sorsak bize bu çoklu sınavların niçin “teknik olarak yapılamayacağı”na dair bir dünya mesele anlatacaklardır ve aşırı haklı olduklarını düşüneceklerdir. Ancak ben, toplumsal bakımdan adaletli olanın başlangıcının hiç olmazsa bu çoklu sınavla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Asıl adaletin ise sadece akademik başarıya bağlı olmayan nesnel bir ölçme değerlendirme sisteminden geçtiğini düşünüyorum.
Zor mudur bu? Değildir. Türkiye, merkezi sınav yapma konusunda olağanüstü başarılı bir sistematik yerleştirmiş bir ülkedir. Bu çoklu sınavların getirebileceği ekonomik yükü rahatlıkla taşıyabilecek bir ülkedir.
Denilebilir ki “LGS sınavında potansiyelinin altında kalan öğrenci gittiği lisede aldığı eğitimle dilediği üniversite kariyerini inşa edebilir. Hem ayrıca üniversite sınavında mezuna bırakma seçeneği de var” falan filan. İlk bakışta haklı gibi görünen bu cümlelerin de “değiştirmeyelim, ne gerek var?” cümlesinin altlıkları olmaktan öte anlam taşımadıklarını rahatlıkla fark edebiliriz.
Bu teklifim “imkansız” bir teklif değildir. Aslında en temel teklifim “okul giriş sınavları”nı kaldırmaktır ve o dahi imkansız değildir ama hiç olmazsa bu çoklu sınav düzeneği üzerinde çalışılabilir. Hayatını “beş dakika ile” kaçırdığını yahut “o gün başım ağrımasaydı, ishal olmasaydım, reglimin ilk günü olmasaydı” cümlesiyle mahvettiğini düşünmesin hiçbir evladımız artık.
Yeri gelmişken son bir husus daha ifade edeyim. Türkiye’deki üniversitelerin en az yarısının bugün itibariyle kapatılması gerektiğini de ayrıca düşünüyorum.
Bu, istihdam ve nitelikli ara/teknik eleman yetiştirme bağlamında hayati bir önem arz etmektedir. Türkiye’deki üniversitelerin en az yarısı gençler için “dört-beş yıllık bir takılmaca mekanı” durumundadır. Ve hayır. Bu üniversitelerin eğitim kalitelerinin artırılması falan gerekmez, kapatılmaları gerekir. Çünkü hiçbir ülkenin bu kadar çok üniversite mezununa ihtiyacı yoktur. Bunu da ayrıca konuşuruz.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.