Yaklaşık yirmi sene evveldi. Bir lisede din dersi öğretmeni iken, Alevî kökenli bir kız öğrencim vardı. Ateist olduğunu söylemişti bana. Bir gün teneffüste iken, kendisiyle sohbet ettim ve neden böyle bir karara vardığını sordum. Şöyle cevapladı: “Hocam, benim çok sevdiğim bir erkek arkadaşım vardı. Kendisiyle evlilik hayalleri kuruyorduk. Birbirimizi çok seviyorduk. Bir gün, trafik kazasında vefat etti. O günden beri Allah’a inanmıyorum. Çünkü var olsaydı, bana bunları yaşatmazdı, yaşatmamalıydı.” Kendisine söylediğim ilk cümle şu olmuştu: “Sen ateist değilsin. Yalnızca Rabb’ine küsmüşsün.”
Benzer şekilde üç sene evvel, çok sevdiğim bir yakınım, gayet severek oturduğu kiralık evde, bir yıl oturduktan sonra, ev sahibi tarafından çıkarıldı. Buna çok üzüldü ve önce namazı terk etti, sonra bir nevi ateist gibi yaşamaya başladı. Çünkü ona göre, Allah var idiyse, çok severek kiraladığı o evden onu çıkartmamalıydı. Kendisine şunu söylemiştim: “Allah, hâşâ bizim garsonumuz değil ki, her istediğimiz siparişimizi getirsin.” Sizler de, buna benzer bazı örnekleri çevrenizde görmüşsünüzdür. İnsanoğlu yaşadığı sıkıntılar karşısında iki farklı tavır benimsiyor. Ya Allah’a ve O’nun tarafından yazıldığına inandığı kaderine teslim oluyor, musibetlere maruz kalınca Rabb’ine bolca iltica edip daha çok yakınlaşıyor ya da “Şayet Allah var olsaydı, bana bunları yaşatmazdı/yaşatmamalıydı veya bana bunları yaşatan Allah’a inanmam.” deyip Allah’a küsüyor.
Geçen haftaki yazımızda da ifade ettiğimiz üzere, yaşadığımız hayat mutluluklar kadar acılarla da dolu. Her gün, yeni sıkıntılarla karşılaşıyor; yeni kötülüklere maruz kalıyor zavallı insan. Bu kötülükleri genel olarak ikiye ayırabiliriz: Doğal kötülükler ve ahlâkî kötülükler. Deprem, sel, yangın ve salgın birincisine; zulüm, işkence, haset ve iftira ikincisine örnektir.
“Tanrı varsa, kötülük neden var? Kötülükler, Tanrı’nın iyi ve âdil olmasıyla nasıl bağdaşır?” soruları, en eski düşünürlerden itibaren insanoğlunun zihnini meşgul eden en temel sorulardandır. Batı’da teizmin savunucularından Alman filozof Leibniz (ö. 1716) tarafından “Tanrı’nın adaleti” anlamına gelen “teodise” kavramının kullanılmasından sonra, bu konudaki tartışmaların ana başlığı olarak “teodise” kavramı benimsenmiş oldu. Müslüman feylesofların da hemen hepsi bu meseleyi ele almışlardır. Kelâm literatüründe ise bu konu, “şer”, “Allah’ın fiilleri” ve “ilâhî adâlet” gibi başlıklar altında incelenmiştir.
Günümüzün meşhur teistlerinden Richard Swinburne’ün ifade ettiği gibi kötülük problemi, ateistlerin teistlere karşı kullandığı en güçlü argümandır. Teizmin de cevaplamakta en çok zorlandığı sorundur. Bunun sebebi şu olsa gerektir: Ateizmin diğer argümanlarının hemen tamamı teoriktir. Ancak kötülük meselesi, pratiktir. Her insanın sık sık karşılaştığı, hatta dünyanın dört bir yanında her an hissedilen ve yaşanan bir olgudur.
Ateistler, bu meselede M. Ö. 270 yılında ölen Yunan filozof Epikuros’un şu dilemmasına sıkça atıf yaparlar: “Tanrı, şayet iyi bir varlıksa ve kötülüğü önlemek istiyor da, buna gücü yetmiyorsa; o zaman kadir-i mutlak değildir. Yok eğer kadir-i mutlak olduğu halde kötülüğü engellemek istemiyorsa, o zaman kendisi kötücül bir varlıktır. Şayet hem kadir-i mutlak ise, hem de kötülüğü önlemek istiyorsa; o halde kötülük niçin var?”
Öyle anlaşılıyor ki, bu insanlar önce “mutlak kötülük” diye bir şeyin olduğunu kabul ediyorlar. Sonra da, Allah’ın sıfatlarının “çok seven, çok bağışlayan, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan” gibi sıfatlardan ibaret olduğunu düşünüyorlar. Akabinde de, “Madem Allah, ‘iyi’ bir varlık ise; kötülüğe neden müsaade ediyor?” veya “Madem Allah her şeye kadir ise; kötülüğe neden engel olmuyor?” gibi soruları gündeme getiriyorlar. Zira onlara göre, “Allah iyi ve her şeye kadir bir varlık ise, kötülük olmamalıdır. Zira kötülüğün varlığı ile iyi bir Tanrı’nın varlığı aynı anda düşünülemez.” Anlaşıldığı kadarıyla mantıksal kıyasları şu şekildedir: “Tanrı ile kötülük bir arada olamaz. Kötülük vardır. O halde Tanrı yoktur.” Bir kıyasın neticesinin doğru olabilmesi için mukaddimelerinin/öncüllerinin doğru olması gerekir. Bu kıyastaki birinci mukaddime/öncül doğru değildir. Dolayısıyla varılan sonuç da doğru olamaz.
Âlemde kötülüğün varlığının Allah’ın varlığıyla çelişmediğine inanan bir mümin olarak bu meseleyi özetle şu şekilde ele alabiliriz:
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; “iyi” ve “kötü” kavramları, ahlâk alanına ait olduklarından, bu kavramlardan bahsedebilmek için, ahlâkî bir temele/sisteme atıf yapmak zorundayız. Tanrısal bir otoriteyi referans almadan; mantıklı, sağlam ve nesnel bir ahlâkî temelden/sistemden bahsedilemez. Zira yaşadığımız bu fizik âlemin/tabiatın kendi kendini açıklayacak ve temellendirecek bir ahlâkî yapısı ve düzeni yoktur. Bu sebeple her düşünürün, kendine göre bir ahlâk anlayışı vardır. Bu da ahlâkta göreceliliği doğurmaktadır. Öyle olunca, Tanrı fikrine atıf yapmadan nesnel, genel-geçer bir ahlâk sisteminden söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla Tanrı yoksa, zamandan ve mekândan bağımsız olarak doğru kabul edilen ahlâkî önermelerin varlığı düşünülemeyeceğinden, “iyi” ve “kötü” kavramlarından da bahsetmek mümkün görünmemektedir. Şu halde Tanrı yoksa, mantıklı ve nesnel bir ahlâk da yoktur. Ahlâk yoksa, iyi ve kötü kavramlarından bahsetmek mümkün değildir. Netice itibariyle, Tanrı yoksa, iyi ve kötü kavramlarından bahsedilemez; o takdirde de bu konuda konuşmak anlamsızdır.
(Devam edecek)
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.