İslâm hukukunda küçüklerin nikahı

04:0023/05/2025, Cuma
G: 23/05/2025, Cuma
Mahmut Ay

Kedi, yavrusunu yemeye karar verince, onu fareye benzetirmiş. İnsan da birine itibar suikastı yapmak istediğinde, tetiğe basmadan evvel o kişiyi bir şeylerle yaftalıyor ki yaptığı şey meşru görünsün. Öyle anlaşılıyor ki, dinden hazzetmeyen, dindarlığı tehdit olarak gören insanın, din konusundaki tutumunun, doğru olduğunu kendisine ispatlaması gerekiyor. Bunun için de dindarlığı temsil eden kişilerin ne kadar iğrenç olduklarına, yalan yanlış ithamlarla da olsa kendisini inandırması gerekiyor. Böylece

Kedi, yavrusunu yemeye karar verince, onu fareye benzetirmiş. İnsan da birine itibar suikastı yapmak istediğinde, tetiğe basmadan evvel o kişiyi bir şeylerle yaftalıyor ki yaptığı şey meşru görünsün. Öyle anlaşılıyor ki, dinden hazzetmeyen, dindarlığı tehdit olarak gören insanın, din konusundaki tutumunun, doğru olduğunu kendisine ispatlaması gerekiyor. Bunun için de dindarlığı temsil eden kişilerin ne kadar iğrenç olduklarına, yalan yanlış ithamlarla da olsa kendisini inandırması gerekiyor. Böylece muhtemelen “Oh be! İyi ki dindar değilmişim!” diye rahatlıyor zavallı. (Benzer bir yaftalama hatasını ve rahatlamayı dindarlarda da pekâlâ görebiliriz.)

Gelelim sadede. Geçtiğimiz hafta,
Boğaziçi Üniversitesi’
nde meydana gelen bir hadise, kamuoyunun gündemini epey meşgul etti. Öyle ki ana muhalefet partisi lideri, bir miting konuşmasında “Yuhalayın bunları!” dedikten sonra bir de “anasını!” kelimesini ilave ediverdi, ama şükür ki yüklemi getiremedi ve cümle yarım kaldı. Yoksa cümlenin yükleminin hiç de hoş gelmeyeceği belliydi.
Peki kim ne yaptı da ana muhalefet partisinin lideri tarafından kalabalıklara hem yuhalatılıp hem de anasına sövülmeyi hak eden bir cürüm işledi? Hadise özetle şuydu: Kamuoyunca bilinen bir din âlimi ve davetçi olan
Nurettin Yıldız
, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir öğrenci kulübü tarafından konferans vermek üzere davet edildi. Boğaziçi Üniversitesi’nden bir grup öğrenci, Yıldız’ı pedofiliyi savunmakla suçlayarak üniversitede konuşma yapmasını engellemek istedi. Hatta polisle çatıştılar ve on üç polisin yaralanmasına sebebiyet verdiler. Boğaziçi gibi kaliteli bir üniversitenin öğrencileri, bir konuda böyle bir tepki veriyorsa bunun makul bir gerekçesi olmalı diye düşünüyor insan. O sebeple, Yıldız’ın konuyla ilgili konuşmasını dinledim. Ancak Yıldız’ın, o konuşmasında pedofili olmakla suçlanmayı hak edecek tek bir ifadeye rastlamadım. Hatta küçük yaşlardaki çocuklarını maddi gayelerle evlendirip başkalarının yatağına atan babaları ağır bir dille eleştirdiğini gördüm. Ancak eski çağlarda yaşamış olan fakihlerin ekseriyetinin görüşünü, hiç tartışılmamış ve tartışılamaz bir görüşmüş gibi sunmasını ve “Kur’an’a iman eden bütün Müslümanlara göre evlilik için bir yaş söz konusu değildir.” ifadesini de asla doğru bulmadım. Zira daha ilk asırlardan itibaren Yıldız’ın da benimsediği anlaşılan görüşün aksini söyleyen birazdan isimlerini vereceğim çok önemli âlimler çıkmıştır. Onlar da pekâlâ Kur’an’a iman eden kimselerdir, hatta müctehit âlimlerdir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde 1917’de kabul edilen Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile başlayan aile hukukunun kanunlaştırılmasından sonraki süreçte İslam hukukunun uygulandığı ülkelerin tamamındaki kanunlarda, evlilik yaşı için bir alt sınır (çoğunda erkek için on sekiz, kız için on yedi yaş) getirilmiştir.

Protesto eylemlerini gerçekleştiren Boğaziçili öğrencilere gelince, biz savaş meydanında yüzünü kanlar içinde bırakan düşmanları için “Allah’ım! Kavmime hidayet nasip et. Zira onlar hakikati bilmiyorlar.” diyen bir Peygamber’in izinden gitmeye çalışan insanlar olarak, onların hidayet bulmalarını niyaz ediyoruz. Dini ve dindarlığı, tümüyle kendileri için bir tehdit olarak görmelerinin, bir yanılsama olduğunu onlara fark ettirebilmek ve inandığımız hakikatleri onlarla en uygun şekilde paylaşabilmek için daha etkin iletişim yolları bulmak gerektiğine inanıyoruz. Keşke birbirimizi, önyargılarımızdan sıyrılarak anlamaya çalışacağımız iletişim imkânları oluşturabilsek de daha medeni bir şekilde sorunlarımızı tartışabilsek!

Şimdi, meseleyi özet bir şekilde ele alıp tahlil etmeye çalışalım. Dünyadaki cari hukuk sistemlerinin çoğunda evlilik için on sekiz yaşından gün almak şartı mevcuttur. Alt sınır olarak farklı yaşları kanunlaştıranlar da vardır. Mesela bazı ülkelerde on beş, bazılarında da ise yirmi yaşı doldurma şartı bulunmaktadır. Konuyla ilgili Türk Medeni Kanunu’nun 124. maddesi şöyledir: “Erkek veya kadın on yedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak, hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir.” Peki, İslam hukukunda evlilik yaşının alt sınırı nedir? Küçüklerin nikahı hakkındaki görüş(ler) nedir? Fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğu, velinin velâyeti altındaki -mümeyyiz olsun olmasın- küçüğü onun yararına olmak şartıyla rızasını almaksızın nikahlayabileceğini kabul etmiş, ancak fiilen evlilik hayatı başlatılamayacağından bulûğ çağına ulaşıncaya kadar kendi ailesinin yanında kalması gerektiğini belirtmiştir. Abdullah b. Şübrüme (ö.144/761), Osman el-Bettî (ö.143/760), Ebû Bekir el-Esam (ö.201/816) gibi bazı ilk dönem fakihleri ise çocukların evliliğin anlam ve mahiyetini bilmedikleri ve evliliğe de hiçbir şekilde ihtiyaçlarının bulunmadığı gerekçesiyle velilerin küçükleri evlendirme yetkilerinin bulunmadığını söylemişlerdir. (DİA, “Nikah” mad. c. 33, s. 115).

Burada şu hususun altını çizmek gerekir: “İslam hukukuna göre küçükler, velileri tarafından evlendirilebilir.” demek, “Velisi tarafından evlendirilen küçüklerin fiilî evliliklerine ve cinsel birlikteliklerine izin verilir.” demek değildir. İzin verilen şey, velisi tarafından nikah akdinin gerçekleştirilmesidir; fiilî evlilik ve cinsel birliktelik değildir. Nitekim Ömer Nasuhi Bilmen bu konuda şöyle der: “Bir çocuğun nikahı akdedilmekle hemen zifaf icrası lazım gelmeyeceği de malumdur.” (Hukûki İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kâmusu, c. II, s. 55). “Evlenme” tabiri Türkçede cinsel ilişkiyi de kapsadığı için küçüklerle ilgili “evlenme ve evlendirme” tabirlerinin kullanılması, yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermektedir. O sebeple yazımızın başlığında “evlenme” değil “nikah” tabirini kullandık. (Fıkıh kitaplarında, bu konu işlenirken “evlendirme” manasında “tezvîc” kelimesi kullanılmaktadır. Ancak o kitapların yazıldığı dönemde bugünkü tartışmalar olmadığı için, günümüzde bu konuyu daha dikkatli kelimelerle ifade etmekte fayda vardır.)

Yine fakihlerin pek çoğu, velisi tarafından nikahlanan küçük kızın, büluğ çağına gelinceye kadar kendi ailesinin evinde kalması gerektiğini söylemiş, nikahlandığı kişinin evine gönderilmesini doğru bulmamıştır. Şunu da ilave edelim ki pek çok fakihe göre küçük iken velisi tarafından nikahlanmış birinin, büluğ çağına girdikten sonra o nikah akdini onaylamama hakkı (hıyâru’l-bülûğ) vardır.

Günümüzde, modern toplumlarda yaşayan insanların, küçüklerin velileri tarafından nikahlanmalarını kabul etmeleri mümkün değildir. Elimizi vicdanımıza koyalım. Bugün hangimiz, üç-beş yaşındaki veya yedi-sekiz yaşındaki kızını veya oğlunu nikahlamayı doğru bulabilir? Peki, İslam hukukçuları, geçmişte neden böyle bir şeyi kabul etmişlerdir? Şu hususu vurgulamak gerekir ki, din, kaynağı itibarıyla ilâhîdir, ancak anlaşılması, yorumlanması ve tatbik edilmesi itibarıyla da beşerîdir. İslam hukukunun temel kaynakları, Kur’an ve Sünnet olmakla birlikte bunların yorumlanması müctehidlerin ictihadına, tatbiki de Müslümanlara bağlıdır. İslam hukuku, Müslüman hukukçuların ictihatlarıyla gelişmiş bir hukuktur. İctihad ise, yaşanan çağın ve mekânın şartlarından bağımsız değildir. İmam Şafiî’nin Bağdat’tan Kahire’ye göç ettikten sonra çeşitli görüşlerinde değişiklik yapmasında olduğu gibi bazen bir âlimin yaşadığı şehri değiştirmesi bile görüşlerini güncellemesine sebep olabilmektedir. Dolayısıyla fukahanın bu konudaki ictihatlarını, yaşadıkları dönemin sosyo-kültürel şartları bağlamında değerlendirmek gerekir. O dönemlere bakıldığında, küçüklerin nikahının sadece Müslüman toplumlarda değil, dünya üzerindeki tüm toplumlarda mevcut olduğunu görmekteyiz.

Asırlar öncesinde var olan herhangi bir uygulamayı, günümüzün şartları açısından bakıp eleştirmek anakronizm hatasına düşmektir. Her çağı, kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir. Konumuzla ilgili şunu söyleyebiliriz: Çok gerilere gitmeye gerek yok; bundan bir iki asır öncesinde yaşayan gariban bir babayı düşünün. Karnını zor doyuran ve çocuklarının rızkını temin etmekte çok zorlanan bir baba. Bu babanın birkaç kızı olsun. O günün şartlarında ne polis var ne de güvenlik kameraları. Dolayısıyla birkaç eşkıya gelip kız(lar)ını kaçırsa ne izlerini bulabilir ne de bir haber alabilir onlardan. İşte böyle bir baba, içi sızlamakla birlikte kızının geleceğini daha güvenli hale getirmek amacıyla hem mal varlığı olan hem de güçlü olan bir ailenin oğluna küçük yaştaki kızını nikahlamak suretiyle (sadece nikah akdinden söz ediyoruz, fiilî evlilik değil), kızının o ailenin koruması altında olduğunu ilan etmiş olsa, bunu eleştirmek doğru olur mu? Bugün bir babanın, çocuğuna daha iyi bir gelecek hazırlamak için küçük yaşta nikahlamaması gerekirken o günkü şartlarda aynı amaç için nikahlaması daha doğru, hatta bir gereklilik bile olabilir. Ancak bu iş, her zaman bu kadar masumca yapılmamıştır elbette. Kızını bir meta gibi kullanarak para karşılığında küçük yaşlarda nikahlayan babalar da olmuştur. Onların ahlaksızlığını ve vicdansızlığını konuşmaya gerek yok.

Şu hususu da belirtelim ki, Kur’an’da küçüklerin, velileri tarafından nikahlanması konusunda doğrudan hüküm içeren bir âyet yoktur. Bu konuda delil getirilen Talak Suresi’nin 4. âyeti, küçüklerin evlendirilmesiyle ilgili değildir. “Yetimleri, nikah çağına gelinceye kadar deneyin.” (Nisâ 4/6) mealindeki âyet ise, açıkça “nikah çağı”ndan bahsetmektedir. Başka bir ifadeyle, aslında nikah için büluğ çağını alt sınır olarak belirlemektedir. Fakat bu âyet, âlimlerin çoğunluğu tarafından nikah yaşının alt sınırını belirleyecek şekilde yorumlanmamıştır. Küçüklerin nikahını caiz görenlerin delili, sünnete ve sahabe uygulamasına dayanmaktadır. Ancak o uygulamaların, kendi dönemlerinin şartlarından bağımsız değerlendirilmemesi gerekir. Şer’î dayanağı ne olursa olsun, vakıa odur ki yirminci yüzyıla kadar küçüklerin nikahı Müslüman toplumlarda bir şekilde uygulanagelmiştir. Ancak 1917’de Osmanlı Devleti’nde kabul edilen Hukûk-i Âile Kararnamesi, evlenme yaşı için alt sınır getirmiştir. Bu alt sınır, erkekler için on sekiz, kızlar için on yedi yaştır. (Madde 4: Ehliyet-i nikahı hâiz olmak için hâtıbın on sekiz, mahtûbenin on yedi yaşını itmam etmiş olmaları şarttır.) Ayrıca velilerin, küçük çocuklarını evlendirmelerini de yasaklamıştır. (Bk. Madde 7). Başta Suriye Medeni Kanunu olmak üzere diğer İslam ülkelerinin medeni hukuklarında da benzer şekilde evlenme yaşı için alt sınır getirilmiştir.

Netice şudur ki, yirminci yüzyıla kadar dünyadaki tüm toplumlarda olduğu gibi Müslüman toplumlarda da küçüklerin nikahı bir vakıadır. Kur’an’da bu konuyu düzenleyen bir âyet yoktur. Böyle bir nikah, dönemin sosyo-kültürel şartları gereği uygulanmıştır. Sosyo-kültürel şartlar değişince, âlimlerin bu konudaki ictihatları da değişmiş; İslam hukuku ile yönetilen Osmanlı Devleti’nin âlimleri tarafından 1917’de hazırlanan Hukûk-i Âile Kararnamesi’nde küçüklerin, velileri tarafından nikahı yasaklanmıştır. Dolayısıyla bir Müslümanın bugünkü sosyo-kültürel şartlarda bunu savunmak şöyle dursun, sözünü dahi etmesi doğru değildir NOKTA


#İslam hukuku
#nikah
#Mahmut Ay