İmtihan dünyası işte… Bazen nimet(ler)e gark oluyor, şükürle sınanıyoruz; bazen de musibet(ler)e dûçâr oluyor, sabırla sınanıyoruz. Kâh lütuf meltemleri serinletiyor içimizi; kâh kahır kasırgaları zorluyor takatimizi. Biliyoruz ya bizi O sınıyor; inanıyoruz ya bize O gönderiyor… Hamdediyoruz O’nun varlığına; şükrediyoruz O’na olan imanımıza. Lütfunu da, kahrını da hoş karşılıyor ve “Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lütfu âşinâdan bil/ Umûrun Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil” diyoruz.
“Şükür mü daha zordur; sabır mı?” meselesini âlimler ve arifler cevaplamaya çalışmışlar. Şuuraltını Allah fikriyle cilâlayan iman âbidesi bir insan için ne sabır ne de şükür zor olsa gerek. Nimetler üst üste yağdığında insan; şımarmadan, kibre kapılmadan, “Ben yaptım da oldu” demeden; “Kitab’a dair ilmi olan zatın (Âsaf?)” bir lütuf ile karşılaştığında dediği gibi “Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye Rabbim beni deniyor. Şükreden kendine iyilik etmiş olur. Nankörlük eden ise, bilmelidir ki; Rabbim Ğani (mutlak zenginlik sahibi) ve Kerîm(mutlak cömertlik sahibi)dir” (Neml 27/40) diyerek, ruhuyla şükür secdelerine kapanmalıdır. Musibetler üst üste yağdığında ise insan: “Varlığımız Allah’a aittir; dönüşümüz de O’nadır.” (Bakara 2/156) diyerek, bir sabır imtihanından geçtiğinin bilinciyle, tevekküle sarılıp sabır eşiğini yükseltmenin gayreti içinde olmalıdır. Hâsılı; nimet karşısında da musibet karşısında da, imanın tadını çıkarmalıdır.
Şu imtihan dünyasının en çetin sınavları; herhalde kişinin iyilik yaptıklarından gördüğü kötülükler, “sevgili” dost bildiği kimselerin “azılı” düşmanlıkları; “büyük” gördüğü/sandığı kimselerin “küçük”lükleri karşısında hayal kırklığına uğramasıdır. Büyük bir haksızlığa uğramak, çirkin bir iftiraya maruz kalmak, yıllarca maddî-manevî cömertliğimizi esirgemediğimiz, sevgi ve saygıda kusur etmediğimiz kişilerin gadrine uğramak; vefasızlık bir yana her türlü eza ve cefalarına muhatap olmak, hakikaten en zor imtihanlar… Peki, böyle bir sınavla karşı karşıya kalınca ne yapmalı? Muhammed Mustafa’nın (sav) izinden gitmeye talip müminler olarak, öncelikle onun söz ve fiillerine bakmalı; oradan dersler çıkarmalı.
Merhum Ali Ulvi Kurucu, okuduğum hatıratlar içerisinde en kıymetlisi olan ve her bir sayfası ibretlik derslerle dolu olan “Hatıralar”ında şöyle der:
“Dedemin açıkladığı hadisteki dokuz hasletten dört, beş ve altıncılara bilhassa dikkat edilmelidir: Zulmedeni affet; gelmeyene git; vermeyene ver…” Ben fakir, bu üçü için “Üçtür; üçü de güçtür.” diyorum. İfade ettiğim bu dokuz ahlâk kaidesinden, bu üç tanesi üzerinde dedem de bilhassa dururdu. Şunları anlattığını hatırlıyorum: ‘Peygamber Efendimiz’in siretinde gördüm.: Seyyidina Ali’nin rivayetine göre bu üç düstur Resûl-i Ekrem’in kılıcının üzerinde yazılı imiş. Yine mütalâalarım esnasında gördüm: Efendimiz ‘Ben, mekârim-i ahlâkı, ahlâkın en yüksek şekillerini tamamlamak için gönderildim.’ buyurmuşlar. Sahâbe-i kirâm, Mekârimu’l-ahlâk nedir? Üstün ahlâkî vasıflar nedir, yâ Resûlallah?’ diye sormuşlar. Efendimiz, işte bu üç kaideyi söylemişlerdir: Zulmedeni affet. Gelmeyene git. Vermeyene ver.
Kötülük mü etti? Yanlışlıktır, hatadır diyeceksin… Sana gelmiyor mu? Sen ona gideceksin… İhtiyacın vardı, istedin vermedi mi? Ona lazım olunca sen vereceksin. Elinde yoksa arayıp bulacaksın… Maksat: Müslüman, Müslüman’dan kopmasın. Resûl-i Ekrem Efendimiz işte buna razı değil.” (Hatıralar-1, s. 114-5)
Üstad’ın da buyurduğu gibi, Efendimiz’in (sav) bu üç tavsiyesi, hakikaten uygulaması zor olan şeyler. Ama büyüklük ve erdemlilik, zora talip olmakta. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sav) akrabaları ve yakın dostları Mekke’de ne eziyetler ettiler; ne iftiralar attılar… Suikastla öldürmeye teşebbüs ettiler; başaramayınca ona karşı savaştılar. Sonunda Efendimiz (sav) galip geldi. Mekke’yi fethettiği gün, onlardan intikamını her türlü alabilirdi. Lâkin öyle yapmadı. “Size Yusuf’un, kardeşlerine söylediğini söyleyeceğim: ‘Bugün size kınanma yoktur. Allah, sizi affetsin.’ (Yusuf 12/92) Özgürsünüz. Sizi affediyorum.” buyurdular.
Nasrettin Hocamızın fıkraları, umumiyetle bir âyet-i kerime ya da bir hadis-i şerifin çarpıcı bir yorumudur. Bu noktada, Kurucu Üstad’ın zikrettiği hadisteki “gelmeyene gitmek” konusuyla alâkalı hocamızın meşhur kerâmetini hatırlamakta fayda var. Hani bir gün hocamıza muziplik olsun diye şöyle demişler: “Hocam, sizin için ‘kerametli adam’ derler. Şu ağacı yanınıza çağırın, o da size gelsin de kerametinizi görelim. Hoca da ağacı yanına çağırmış, ağaç gelmeyince hoca ağacın yanına gitmiş ve “Buyurun size keramet!” demiş. “Bunun neresi keramet hocaefendi?” dediklerinde ise “Gelmeyene gitmek, keramettir.” buyurmuş.
Bir de şöyle düşünüp teselli bulmalı: Yaratan’ına iftira atan, O’na karşı her türlü nankörlüğü ve saygısızlığı yapan insanoğlu, bana mı kötülük yapmasın? Bana mı nankörlük etmesin? Bana mı iftira atmasın? İmam Müslim’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “İşittiği kötü sözler karşısında Allah’tan daha sabırlı kimse yoktur. Zira O’na şirk koşulur; evlât nispet edilir; fakat O yine de bunu yapanlara sağlık ve rızık verir.” Şu hâlde; madem Allah’ın ve Resûlüllah’ın (sav) ahlâkıyla ahlaklanmak gayemiz var; o zaman Allah ve Resûlü (sav) gibi affetmeyi ve cömert olmayı tercih etmemiz lâzım gelir.
Öyleyse ey nefsim! Sen affetmeyi seç. Neden mi? Yarın Hesap Günü’nde, gafletle geçmiş bir ömrün hesabını vermekte zorlandığında; “Ya Rab! Ömür küfem gafletle; amel defterim kusurla dolu. Ama ben, eksik ve aciz bir kul olduğum halde; bana yanlış yapan, kötülük eden kullarını affettim. Lutfen ve keremen Sen de mutlak merhamet sahibi bir Rab olarak beni affet!” diyebilesin.
Yaratılanı affet ki, Yaratan’dan af dileyebilesin.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.