Göç

04:0018/01/2023, Çarşamba
G: 18/01/2023, Çarşamba
Mustafa Kutlu

İnsan “mor” denildiğinde bir çiçek mi düşünür yoksa bir kumaş mı? “Su” kelimesini duyduğunda bir pınar mı hatırlar, deniz veya göle mi takılır aklı, yoksa şişedeki suyu mu hayal eder?“Berber” bir tabelâ mıdır? Tombul bir gövde veya ablak bir çehre mi? Adam meselâ Selahattin’i hatırlayabilir, onun kuş ve çiçek dolu dükkânını. Kış günleri soba üzerinde cızırdayan ıhlamur demliğini. Sonra omuzuna dökülen karları silkeleyerek Tapu Müdürü Fahrettin Bey girer içeri. Onun ardından Faytoncu Celal, istidacı

İnsan “mor” denildiğinde bir çiçek mi düşünür yoksa bir kumaş mı? “Su” kelimesini duyduğunda bir pınar mı hatırlar, deniz veya göle mi takılır aklı, yoksa şişedeki suyu mu hayal eder?

“Berber” bir tabelâ mıdır? Tombul bir gövde veya ablak bir çehre mi? Adam meselâ Selahattin’i hatırlayabilir, onun kuş ve çiçek dolu dükkânını. Kış günleri soba üzerinde cızırdayan ıhlamur demliğini. Sonra omuzuna dökülen karları silkeleyerek Tapu Müdürü Fahrettin Bey girer içeri. Onun ardından Faytoncu Celal, istidacı Emin Efendi. Mes-lastik, yün hırka, palto-kasket kokusu. Tütün tabakası ve zenbilde birkaç portakal.

Bütün bunlar bizi o sokağa çıkarır. Saçak altlarında yürüyen telaşsız, mütebessim insanlar. At arabaları, kasabın önünde kediler, mahalle kahvesi, Foto-Cemil, bodur minareli mescit, dut ağaçlarına tünemiş kargalar, çeşme önünde gelinler, kızlar, köşeyi dönünce görülen iki katlı ahşap ev.

Bu mekânın, grilerle kaplı sema ve karlı ovanın, her tür eşya ve yapının, çizgilerin, eğimlerin, kaldırım ve duvarın, kapıların, pencerelerin, renklerin, seslerin ve kokuların, birbirine eklenmiş milyonla hatıra barındılan “an”ların doluştuğu hafıza.

Bu “ev”dir işte. İçinde güvenlikte bulunduğumuzu fısıldayan “yurt.” Onun kelimelerini, vurgularını, aksanını, “leb” dedikten sonra gelecek “leblebi”yi, melodisini anlarız. Bu anlaşmadan duyduğumuz ferahlık bizi dünden yarına bağlar. Zaman yekpare bir an olur; dilimizin sıcaklığı evimizin huzuruna eklenir. Torunlar doğar, ağaçlar budanır, askerden gelen oğula kız aranmaya başlanır.

Oysa “göç” davulu çalındığında her ayrılıktan doğan o “kayıp” hissiyatı yakamıza yapışacaktır. Bizim diye bellediğimiz, içine yerleştiğimiz, farkına varmadan edindiğimiz “kimlik” yaralanmaktadır. Ve ak parmaktan sızan kızıl kan, karla kaplı yola damlaya damlaya koparız yuvamızdan.

Artık konuşma bir “anlaşma” olmaktan; dil ev, ev dil olmaktan çıkar; gündelik ve zorunlu bir “iş” haline dönüşür. İşaret dilinin az üzerinde seyreden bir iletişim. Tedirgin dudaklar kıpırdar, gözler etrafı kolaçan etmekte, parmaklar huzursuzluk geriliminde bükülmektedir.

Artık yeni bir “ev”, yeni bir “dil” edinmenin mücadelesi başlayacaktır. Bu yeniden yapılanma için dağarcığımızda, hafızamızda, kimliğimizde ne varsa; onları yeni mekân ve insanlarla tokuştururuz. Renk rengi kovalar, ses sese baskın çıkar, alışkanlıklar köküyle birlikte sökülen koca bir ağaç gibi devrilir, yerinde karanlık, tatsız, hiçbir zaman gerçekten dolmayacak bir boşluk kalır.

Artık hayat ancak “kalın çizgiler” ile çizilir. Duvarların uzun süre sıvasız kalmış olması bir rahatsızlık doğurmaz. Sokak tanıdık bir yüz haline gelinceye kadar ömrün geri kalan kısmı tamamlanır.

Bu bölüm serapâ “gurbet” duygusu ile donanmıştır. Sevgililer arkada kalmıştır. Yeni bir “dil” ve yeni bir “ev” kimbilir kaç kuşak sonra oluşacaktır.

#Göç
#Gurbet
#Ev