Kırk yıl önce İstanbul-Gezi yazıları: Surda açılan gedik

04:0029/10/2025, Çarşamba
G: 29/10/2025, Çarşamba
Mustafa Kutlu

Bitpazarı’ndan geçip mezarlığın altına çıktım. Dirilere boşveren yollar ölüleri dinler mi? Yollar mezarlığı falan yarıp geçmiş. Kimbilir kaç çiçekli gelin mezarı, görkemli kavuklarının altında ulemadan kaç mağrur kişinin üzerine özenle düşülmüş tarih mısraları taşıyan mermer taşı bu yolların kurbanı oldu. Zaten mezarlıklarımız artık parselasyona uğramış hazine arazisine döndü. Vaktiyle kapatılan yerler bilmem ne aile kabristanına ayrıldığını belirten şekilsiz, kaba, gösterişli mermer levhalarla

Bitpazarı’ndan geçip mezarlığın altına çıktım.

Dirilere boşveren yollar ölüleri dinler mi? Yollar mezarlığı falan yarıp geçmiş. Kimbilir kaç çiçekli gelin mezarı, görkemli kavuklarının altında ulemadan kaç mağrur kişinin üzerine özenle düşülmüş tarih mısraları taşıyan mermer taşı bu yolların kurbanı oldu.

Zaten mezarlıklarımız artık parselasyona uğramış hazine arazisine döndü. Vaktiyle kapatılan yerler bilmem ne aile kabristanına ayrıldığını belirten şekilsiz, kaba, gösterişli mermer levhalarla dolu.

Mezartaşlarının kaçının üzerinde Fatiha isteyen bir dilek var? Kaçı hayattaki gösterişini ölümden sonra da sürdürmek istemiş? Bütün bunları şöyle bir sayım döküme vursak ne ilginç sonuçlar çıkacak. Hayata ve ölüme dair ne ipuçları verecek bu taşlar.

Ama Topkapı’da olduğumuz unutulmasın, can pazarındayız. Burada yeşil servilere bakarak ölüme ve hayata dair yarı şair yarı filozof tavırları takınamayız. Dek durmak gerek. Alimallah ya bir yaya omzuna çarpıp düşebilir ya da bir araca kurban olabiliriz. Burada bir meydan savaşı veriliyor. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, kediler, köpekler, araçlar, kimi alıp satarak, kimi kaçarken kimi kovalayarak, bir telaş, bir heyecan arasında koşuşturup duruyorlar.

Alt-üst geçidin betonları, çelik konstrüksiyonları, korkulukları, açılan, insan yutan temel çukurları, kaya delen makinaları, toprak ve taş taşıyan dev kamyonları, kompresör çığlıkları, toz, duman, motor sesi kanatlarını açtıkça açan bir akbaba gibi her yere hakim olmaya, her şeyi ürkütmeye çalışıyor.

Zaman geçer, yol bütün bu barakaları, işporta arabalarını silip süpürür.

Sadece araçların düzenli homurtusu duyulur buralarda.

Hayatın civcivli şamatası içinde köfte ekmek satanlar, limonatacılar, kapkaççılar, değnekçiler, sarhoşlar, uzun yol şoförleri, garibanlar dönüp de mezar taşlarına, tozlu yeşil servilere bakamaz.

Ölümü düşünmenin sırası değil çünkü.

Şurada, ileride, surların kemerli kapısının yanı başında, alt-üst geçidin iri gövdesinden, korkunç baskısından kurtulmuş, eski surların geniş ve sağlam, lakin artık ihtiyar gövdesi üzerinde kurulan pazar her şeyden ileri, her şeyden önemli.

Orada bir tezgâh kapabilmek önemli.

Çünkü “en alttakiler”in şehre giriş vizesi bir bakıma oradan geçiyor. Orada bir “gedik” var.

Bir savaş veriliyor burada. Bu yaşlı sakız ağacının gölgesinde, yıpranmış harap surların üzerinde. İstanbul’u yeniden fethetmeye gelmiş kalabalıkların savaşı; dayanma, her şeye rağmen var olma mücadelesi bu.

Surlardaki kemerli kapı ile vasıtaların geçtiği aralık arasında kalan bölgede her pazar günü bir “pazar” kuruluyor. Topkapı alt-üst geçidinin bütün yolları tutması üzerine insanlar karşıdan karşıya surların üzerinden yürüyerek gidip gelmeye başladılar. O günden sonra bu güzergâhın iki yanında işporta arabaları, yamru yumru tezgâhlar peyda oldu. Giderek kalabalıklaştı yol. Nerede hareket, orada bereket.. Eline üç beş parça satacak mal geçiren getirip bir köşede tezgâhını açınca bu “pazar” kendiliğinden ortaya çıktı.

Sonra genişledi.

Meşhur oldu.

Meşhur oldu, çünkü temel ihtiyaç maddeleri dışında çok çeşitli mallar, hükümetin gümrük kapılarını aralaması ile ülkeye dolan her türlü eşya, bu arada parti malları, batan geminin malları, hırsızlık malları saçıldı ortalığa. Ortalık ana baba günü oldu.


Bir savaş veriliyor burada. Bu yaşlı sakız ağacının gölgesinde, yıpranmış harap surların üzerinde. İstanbul’u yeniden fethetmeye gelmiş kalabalıkların savaşı; dayanma, her şeye rağmen var olma mücadelesi bu.


Nasıl olmasın? Beş yüz liraya gömlek, yedi yüz elli liraya pantolon. İster yeni ister kullanılmış.

Her eve, her keseye hitap eden bir kolaylık getirdi “pazar”. Kemerli sur kapısından İstanbul’a girmek gibi haşmetli arzuları terk ederek bu pazara dalıyorum.

Dalmak dile kolay. Gariptir, pazarın girişini ve çıkışını kasetçiler tutmuş. Herhâlde gelenleri musiki ziyafeti ile karşılamak için olacak. Yanaşıyorum.

— En çok hangisi satıyor hemşerim?

— Sen istediğini söyle abi, bizde hepsi var..

— En çok hangi kasetlerin satıldığını öğrenmek istiyorum.

— Son haftalarda abi, işte Bergen var, Küçük Tülay var, Ceylan var, sonra Şekkure Uygun var, Yaşar Turan var..

— Hepsi arabesk mi bunların?

— Arabesk abi..

— Peki İbrahim’i geçti mi bunlar?

Beyaz dişlerini esmer yüzünde parlatarak gülüyor kasetçi;

— Ohooo... İbrahim’i geçecekler ha!.. Yok abi, yok.. “Gülüm benim” ezdi geçti bu yıl...

— Demek öyle, İbrahim yine başta...

— Ayıpsın abi. İbrahim bir, Orhan abimiz iki...

Kasetçiyle ahbaplığı ilerletiyoruz. Gazeteden geliyorum deyince etrafımızda bir halka peyda oluyor. Herkes İbrahim’den yana.

— Günde kaç kaset satıyorsun?

— Belli olmaz abi.

— Yahu bırak şimdi, zabıta değilim ben, çıtlat bakalım.

— Pazar günleri yüzü buluyor.

— Kaç para bir kaset?

— Bin kâğıt.

— Diğer günler, bu kadar satılmıyor mu?

— Belli olmaz dedik ya abi, ama ellinin altına düşerse ekmek yiyemeyiz.

Kaset pazarının genişliğine ve İbo’nun gücüne “pes” demeli artık.

#Kırk yıl önce İstanbul
#gezi
#sur