Yara kaldı

04:0011/10/2025, Cumartesi
G: 11/10/2025, Cumartesi
Özgür Bayram Soylu

Türkiye ekonomisinin nabzını ölçen Areda Survey’in son Sosyometre verileri, toplumun yalnızca cebinde değil, ruh halinde de bir yorgunluk biriktiğini ortaya koyuyor. Bu yorgunluk, tek bir ekonomik göstergeden değil; ardı ardına gelen belirsizliklerin ve dalgalı umutların bileşiminden doğuyor. Artık mesele sadece enflasyon oranı, büyüme hedefi ya da faiz kararı değil — mesele, insanların geleceğe bakarken içinde taşıdığı güven duygusunun giderek solması. Rakamların çizdiği tabloyu halk artık kendi

Türkiye ekonomisinin nabzını ölçen Areda Survey’in son Sosyometre verileri, toplumun yalnızca cebinde değil, ruh halinde de bir yorgunluk biriktiğini ortaya koyuyor. Bu yorgunluk, tek bir ekonomik göstergeden değil; ardı ardına gelen belirsizliklerin ve dalgalı umutların bileşiminden doğuyor. Artık mesele sadece enflasyon oranı, büyüme hedefi ya da faiz kararı değil — mesele, insanların geleceğe bakarken içinde taşıdığı güven duygusunun giderek solması. Rakamların çizdiği tabloyu halk artık kendi hayatında, boşalan cüzdanında, ertelenen hayallerinde ve küçülen alışveriş sepetinde hissediyor. Bir zamanlar “yarın daha iyi olur” diyen toplum, şimdi “bugün idare edelim” noktasına gelmiş durumda. Ekonomik terimlerle ifade edilemeyecek kadar insani bir tedirginlik var: belirsizlik duygusu artık yeni bir para birimine dönüşmüş durumda.

KIRILGAN UMUTLAR, KAPANAN UFUKLAR

“Mevcut vergi sistemi kimin üzerinde daha fazla yük oluşturuyor? sorusuna verilen yanıtlar Türkiye’de dolaylı vergilerin yüksek payı ve gelir vergisinde artan oranlı yapının etkisizliği ile uyumlu bir görünüm sergiliyor. Katılımcıların yalnızca %1,8’inin büyük şirketleri vergi yükünün asıl taşıyıcısı olarak görmesi, vergi sistemine ilişkin adalet krizinin toplumsal meşruiyetini zayıflattığını net bir şekilde oraya koyuyor. Vatandaş, vergi yükünün adil dağılmadığını düşünmekte ve bu da mali sadakati olumsuz etkilemektedir. Yani, vergi adaletine yönelik algıdaki bozulma, hem bireysel hem kurumsal düzeyde vergiden kaçınma eğilimlerini artırabilecek yapısal bir sinyaldir.

“Önümüzdeki bir yıl içinde Türkiye ekonomisinin gidişatını nasıl görüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, iyimserlik oranının (%22,3) geçmiş yıllara göre azaldığını, kötümserlik oranının (%58,8) belirgin biçimde yükseldiğini gösteriyor.
Yüksek faiz politikaları, alım gücündeki erozyon ve reel ücretlerin enflasyona karşı korunamaması, halkın geleceğe dönük ekonomik rasyonel beklentilerini olumsuzlaştırdığını bir kez daha ortaya koyuyor.
Makro düzeyde bu bulgu, “beklenti kaynaklı durgunluk” riskine de işaret ediyor.
ENFLASYONUN SOSYOPSİKOLOJİK HEGEMONYASI
“Ekonominin en büyük belası kim?” sorusuna katılımcıların %58,4’ü ‘enflasyon’, %35,8’i ‘faiz’, %3,8’i ‘işsizlik’ ve %2,1’i ‘dolar’ yanıtını vermiştir. Bu dağılım, Türkiye ekonomisinde fiyat istikrarının makroekonomik istikrardan daha fazla toplumsal önem kazandığını göstermektedir.
Enflasyon artık yalnızca ekonomik bir gösterge değil, aynı zamanda bir “sosyopsikolojik stres faktörü”ne dönüşmüştür.
“Türkiye ekonomisi hangi vagonda?” sorusuna %45,9’un ‘trenin camında sallanıyor’, %21,8’in ‘2. sınıf kompartıman’, %18,2’nin ‘ayakta yolcu’, ve yalnızca %14,1’in ‘lüks vagon’ yanıtı vermesi, ekonomik sınıf aidiyetinin ciddi bir kırılma yaşadığını ortaya koymaktadır. Bu metaforik yanıt, ekonomik sosyolojide “relatif yoksulluk algısı” kavramıyla açıklanabilir. İnsanlar sadece gelir düzeyine göre değil, toplumdaki göreli konumlarına göre de refahlarını değerlendiriyor.
“Trenin camında sallanmak” yanıtı, bir alt sınıfa düşme korkusunu ve kırılgan orta sınıfın kendini marjda hissettiğini simgeliyor. Bu tablo, Türkiye’de “orta sınıfın eridiği tezini destekler nitelikte olup; geniş kitleler artık istikrar yerine ekonomik savrulma metaforlarıyla kendilerini tanımlıyor.

ENFLASYONUN TOPLUMSAL RİTMİ

“Hangisi sizce daha hızlı?” sorusuna %51,9 market zamları, %30,9 vergi artışları, %14,4 döviz kuru, ve yalnızca %2,9 maaş zammı yanıtı verilmiştir. Bu sonuç, halkın fiyat dinamiklerini “ücret artışı–enflasyon yarışında kalıcı mağlubiyet” olarak gördüğüne işaret ediyor. Maaş artışları, nominal olarak yükselse de, algısal düzeyde “gerçek refah artışı inşa etmeye sembolik bir düzeltme” olarak görülüyor. Fiyat artışları daha sık ve görünür gerçekleştiği için tüketiciler tarafından abartılı biçimde hissediliyor, oysa maaş artışları IMF programları doğrultusunda gecikmeli ve düşük sıklıkta gerçekleşiyor. Dolayısıyla bireyler, “kalıcı yoksullaşma sendromu” altında derin bir kırılganlık yaşıyor.

Bugün Türkiye ekonomisi, artık yalnız rakamlarla değil, kırılmış bir güven duygusunun ritmiyle ölçülüyor. Faizle değil umutla, kurla değil belirsizlikle, büyümeyle değil hayatta kalma refleksiyle yönettiğimiz bir çıkmaz sokakta top koşturuyoruz. Fabrikalar kapanıp depoya dönüşüyor; üretimin sesi kesildikçe, ekonominin nabzı sadece kasalarda değil, sokaktaki sessizlikte atıyor. Vatandaş ve esnaf, artık enflasyonu değil, kendi yoksullaşmasının ritmini sayıyor. “Program çalışıyor” deniyor ama ne hikmetse program çalıştıkça toplumun bugüne ve yarına olan inancı da tükeniyor. Altına yönelen talep, bir yatırım tercihi değil, umuda dair son sığınak olarak şekillenmek zorunda kalıyor.

Hal böyle olunca Sosyometre sonuçları da gösteriyor ki ekonominin en ağır krizi, cari açık ya da bütçe açığı değil; inanç açığı. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin bugün karşı karşıya olduğu sorun, yalnızca makro göstergelerdeki bozulma değil; ekonomik yönetişim kapasitesinin zayıflamasıyla birlikte toplumsal güven sermayesinin erozyona uğramasında yatıyor. Ekonomi yönetimi ve Merkez Bankasınca para politikasında ısrarla sürdürülen “yüksek faiz–yüksek enflasyon” denklemine rağmen sorumluluğun vatandaşta ya da reel sektörde aranması, teknik bir yanlış olmanın ötesinde, politik bir sorumsuzluğu açıkça ortaya koyuyor. Bu bağlamda, mevcut tablo “istikrarın korunması” ile “istikrarsızlığın sürdürülmesi” arasındaki farkı görünmez kılıyor.

Sonuç olarak,
mevcut para politikası yaklaşımı kısa vadeli göstergelerde istikrar yanılsaması üretse de, ekonomik yapının derinlerinde kalıcı bir iyileşme sağlayamamış; dolayısıyla Türkiye ekonomisi, yüzeysel pansumanların ötesinde, yapısal dönüşüm ihtiyacını hatırlatan kronik bir patolojiyle karşı karşıya kalmıştır — kısacası, yara kaldı.

Bizde bir sistemin çöküşü, yanlışların birikimi değil; doğruyu söyleyenlerin susmasıyla başlar.
#Ekonomi
#Areda Survey
#Sosyometre