Eksik Olanın Dengesinde: 18. İstanbul Bienali Üzerine (1)

04:002/11/2025, Pazar
G: 1/11/2025, Cumartesi
Samed Karagöz

18. İstanbul Bienali, başlığından itibaren bir kırılma hâlini ima ediyor: “Üç Ayaklı Kedi.” Eksik, dengesiz ama hâlâ yürüyebilen, hatta belki bu eksiklik sayesinde ayakta kalabilen bir figür. Küratör Christine Tohmé’nin çerçevesi de tam olarak bu kırılganlık üzerinden kurulmuş: hayatta kalmanın estetiği. Bir dönemin büyük sloganları, yüksek sesli politik iddiaları yerini sessiz bir dirence bırakıyor. Ama bu direncin ne olduğunu anlamak için biraz derine inmek gerekiyor. Tohmé, bienali bir karşı

18. İstanbul Bienali, başlığından itibaren bir kırılma hâlini ima ediyor: “Üç Ayaklı Kedi.” Eksik, dengesiz ama hâlâ yürüyebilen, hatta belki bu eksiklik sayesinde ayakta kalabilen bir figür. Küratör Christine Tohmé’nin çerçevesi de tam olarak bu kırılganlık üzerinden kurulmuş: hayatta kalmanın estetiği. Bir dönemin büyük sloganları, yüksek sesli politik iddiaları yerini sessiz bir dirence bırakıyor. Ama bu direncin ne olduğunu anlamak için biraz derine inmek gerekiyor.

Tohmé, bienali bir karşı çıkış olarak değil, bir sürdürme pratiği olarak kurguluyor. Sanatı protestonun gürültülü dilinden çıkarıp, dayanıklılığın ince ritmine taşıyor. Buradaki tavır ne romantik bir iyimserlik ne de karamsar bir teslimiyet. Daha çok, yıkıntının içinde ayakta kalmanın yollarını arayan bir bilinç. Sanatın “direnme” halini, bir varlık biçimi olarak ön plana çıkarıyor.

Küratöryel yaklaşım, izleyiciyi dünyadaki büyük kırılmalar karşısında —savaş, soykırım, iklim krizi— sanatın ne işe yaradığı sorusuyla yüzleştiriyor. Bu yüzleşme, didaktik veya doğrudan bir yerden değil; sessiz bir tanıklıktan doğuyor. Bienal, politikayı bağırarak değil, nefes alarak hatırlatıyor. Bu tercih, son yıllarda küresel bienallerin sıklıkla düştüğü tematik tekrarlardan uzak, daha incelikli bir tutum.

Bununla birlikte, Tohmé’nin bienali biçimsel olarak da radikal. [Bu doğrudan küratörün tercihi olmayabilir. Çünkü İstanbul Bienali küratör seçiminde yaşanan sıkıntılardan dolayı 1 yıl gecikmeli olarak yapılıyor. Bu sıkıntılar neticesinde bienal danışma kurulu ve İKSV Bienal Direktörü değişti.] Bienal üç yıla yayılıyor: 2025, 2026 ve 2027. Bu, zamana karşı bir itiraz. Bienalin kendi temposunu belirlemesi dikkate değer. 2025’te bir sergi, 2026’da bir “akademi”, 2027’de ise başka bir sergi. [2027’de düzenlenecek olan serginin kürasyonunu bizzat Tohmé’nin yapmayacağı, bunun yerine Tohmé’nin seçeceği bir küratör ekibine süpervizörlik yapacağını da belirtmem gerek.] Bu uzun vadeli yapı, sadece sergileme biçimi değil, 2026 yılında gerçekleşecek olan “akademi”ile birlikte farklı bir düşünme biçimi öneriyor.

Mekân seçimi de bu yaklaşımın bir uzantısı. Zihni Han, Elhamra Han gibi binalar sadece sergi mekânı değil, şehrin belleğinin taşıyıcıları. Tohmé, İstanbul’u bir fon olarak değil, bir ortak karakter olarak ele alıyor. Ancak bu karakter, kimi anlarda görünmezleşiyor. Bienal, şehrin tarihini sahneye çağırıyor ama bazen o tarihi sessizliğe gömüyor. Şehrin içindeki karmaşa ve gerilim, yer yer “estetik bir dekor”a dönüşüyor.

Yine de bu tercihin altında bilinçli bir strateji var. Tohmé, sanatın doğrudan siyasete tercüme edilmesinden kaçınıyor. Çünkü biliyor ki, sanatın gücü bazen sözün geri çekildiği noktada ortaya çıkar. Bu nedenle bienal, anlamını bağırarak değil, sızarak kuruyor. Bu sızıntı hali —her şeyin görünür kılındığı bir çağda— belki de en politik jest.

18. İstanbul Bienali, bir sergi olmaktan çok bir düşünme daveti. Sanatın kırılganlığıyla, dünyanın sertliğini aynı düzleme yerleştiriyor. “Üç Ayaklı Kedi” bu yüzden güçlü bir metafor: eksik, ama hareket halinde; yaralı, ama dirençli. Tohmé, bienali bu imkansız denge arayışı üzerine inşa ediyor.

Bütün bunlar düşünüldüğünde, 18. İstanbul Bienali Türkiye’de çağdaş sanatın hâlini de görünür kılıyor. Kurumlar ile sanatçılar, piyasa ile direniş, umut ile yorgunluk arasındaki salınım… Tohmé’nin çerçevesi, bu gerilimleri birleştirmeye çalışmıyor; aksine, onları olduğu gibi sergiliyor. Çünkü belki de günümüzde en dürüst tutum, çelişkileri çözmeye çalışmak değil, onlarla yaşamayı öğrenmektir.

Bu bienal, tam da bunu yapıyor: eksikliğin içinde anlam, sessizliğin içinde söz, yavaşlığın içinde bir gelecek arıyor. İstanbul’un karmaşasıyla birlikte, ama ona teslim olmadan. Ve belki bu yüzden, uzun zamandır ilk kez, İstanbul Bienali gerçekten “İstanbul” kokuyor.

Türkiye’den bir çok kişinin bienalin bu edisyonuna burun kıvırdığını, beğenmediğine şahit oldum. Çeşitli sohbet ortamlarında bu bahsediliyor ama gördüğüm kadarıyla bu beğenmeme haline karşı açıktan bir eleştiri yayımlanmadı.

Lübnanlı bir küratör olan Christine Tohmé’nin sanatçı seçimi, eserleri sıkıştırmadan, kendi hallerinde sergileme yönetemi, eser ve sanatçı seçiminde bölgenin sesini yansıtması takdire şayan.

#aktüel
#hayat
#Samed Karagöz