Frieze Londra: Sessizliğin Bedeli

04:0019/10/2025, dimanche
G: 18/10/2025, samedi
Samed Karagöz

Londra, her ekim ayında küresel sanat piyasasının nabzını tutan şehirdir. Regent’s Park’ın ortasına kurulan o devasa çadır, sadece sanat eserlerini değil, gündemi de sergiler bir bakıma. Frieze London, uzun yıllardır kapitalin estetikle kurduğu ilişkiyi en parlak biçimde yansıtan bir sahne. Fakat bu yıl, fuarın 2025 edisyonu, sanatın parıltılı yüzünün ardındaki sessizliği bir kez daha görünür kıldı. Çünkü bu yılın Frieze’inde, her yerde parlayan ışıklar, dev galeriler ve milyoner koleksiyonerler

Londra, her ekim ayında küresel sanat piyasasının nabzını tutan şehirdir. Regent’s Park’ın ortasına kurulan o devasa çadır, sadece sanat eserlerini değil, gündemi de sergiler bir bakıma. Frieze London, uzun yıllardır kapitalin estetikle kurduğu ilişkiyi en parlak biçimde yansıtan bir sahne. Fakat bu yıl, fuarın 2025 edisyonu, sanatın parıltılı yüzünün ardındaki sessizliği bir kez daha görünür kıldı. Çünkü bu yılın Frieze’inde, her yerde parlayan ışıklar, dev galeriler ve milyoner koleksiyonerler vardı ama bir şey yoktu: dünyayı sarsan acıların, özellikle de Filistin’de yaşanan felaketin yankısı.

Savaşın bir yılını geride bırakırken, Gazze’de çocuklar açlıktan ölürken, Londra’daki en büyük sanat etkinliğinde bu gerçeğe dokunan tek bir eser görmek bile zordu. Bu durum elbette yeni değil; Batı sanat dünyası uzun süredir politik konfor alanının dışına çıkmaktan kaçınıyor. Ama Frieze gibi etkinlikler, bu kaçınmanın sistematik bir “unutma politikası”na dönüştüğünü gösteriyor. Sanki sanatın amacı artık hatırlamak değil, unutturmak.

Fuarın girişinde sizi devasa sponsor panoları karşılıyor: bankalar, lüks markalar, enerji devleri… Sanatın finansallaşmasının geldiği nokta bu. Kapitalin estetikle kurduğu ittifak öyle güçlü ki, bir galeride Gazze’de yıkılan bir hastanenin görüntüsünü değil, “çatışma sonrası estetiği” adı altında bir kavramsal yerleştirmeyi görebiliyorsunuz. Savaş, gerçekliğiyle değil, soylulaştırılmış biçimiyle, pahalı bir konsept olarak temsil ediliyor. Bu da bize sanatın artık nasıl steril bir alan hâline geldiğini anlatıyor.

Frieze’in en çok konuşulan bölümlerinden biri, bu yıl da “Frieze Masters” oldu. 20. yüzyılın ustalarından seçilmiş eserler, milyonlarca sterlinlik etiketlerle sergilendi. Picasso’nun bir deseni, Giacometti’nin küçük bir büstü, Lucian Freud’un portresi… Fakat insan ister istemez şunu soruyor: Bugün Filistinli bir sanatçı burada yer alabilir mi? Ya da Suriye’den, Yemen’den, Sudan’dan biri? Cevap, acı bir şekilde hayır. Çünkü bu fuar, “güvenli” coğrafyaların sanatını alkışlamakla meşgul.

Sanatın bir zamanlar bir tür tanıklık, bir direniş biçimi olduğu günleri hatırlamak bile nostaljik bir çaba gibi geliyor artık. Oysa Mahmud Derviş’in dediği gibi, “Bir sanatçı, halkının acısını görmezden geliyorsa, önce kendi sesini kaybeder.” Bugün Frieze, tam da bu sessizliği sergiliyor. Her şey var ama ses yok. Her şey parlak ama anlam eksik.

Yine de bu mutlak sessizlik içinde küçük de olsa bazı direniş anları yaşandı. Bağımsız bir sanat kolektifi, Frieze’in hemen dışında bir “gölge pavyon” kurdu. “No Art in Apartheid” başlığıyla yapılan bu eylemde, Londra’daki genç sanatçılar, fuarın sessizliğini protesto etti. Sokakta açılan küçük bir standda, Gazze’deki sanatçılardan dijital olarak gönderilen işler sergilendi. Çoğu, bombalanmış atölyelerin kalıntılarından yeniden üretilmişti. Bu minik girişim, belki de Frieze’in dev çadırından çok daha fazla “sanat” taşıyordu içinde. Çünkü orada bir hakikat vardı; acıya, yok oluşa rağmen üretmeye devam eden bir irade.

Frieze’in kurumsal sessizliği, sanatın geleceği açısından düşündürücü. Eğer sanat, dünyadaki adaletsizlikler karşısında bu kadar rahat susabiliyorsa, o zaman “evrensel” iddiasını da kaybetmiş demektir. Belki de artık “uluslararası sanat” yerine “uluslararası unutuş” demeliyiz.

Frieze London bu yıl, yalnızca sanatın değil, vicdanın da pazarlanabilir bir meta hâline geldiğini gösterdi. Fuarın çıkış kapısında, bir duvarda asılı duran neon harflerle yazılmış cümle dikkat çekiciydi: “Everything Must Go.” Kapitalizmin dilinde bu, bir indirim çağrısıdır. Ama belki de başka bir anlamı var: Eğer her şey satılabiliyorsa, sanatın da, hafızanın da, direnişin de sonu yakındır.

Ve o zaman, geriye sadece şu soru kalır:

Sanat, sessizliğin bedelini ne zaman ödeyecek?

#Londra
#Aktüel
#Samed Karagöz