Bir açıdan bakıldığında bu Avrupa için eşitsiz bir ilişkiydi. “Günahkâr” ve lânetlenmiş Almanya’nın buna itirâzı olamazdı. Fransa ABD-Avrupa arasındaki ilişkilere ses çıkaran yegâne devletti. De Gaulle Eurodolara isyan ediyordu. Ona 1968’de bedelini ödettiler. Başka bir açıdan bakıldığında ise , mevcut eşitsiz durum Avrupa için bir avantaj olarak da görülebilir. AB’nin kurulması bu iki zıt dinamiğin diyalektiğinde şekillendi. Bilhassa Vietnam Savaşından başlayarak görüldü ki,
ABD dünyânın pis işleriyle , savaşlarla boğuşuyor ve uzak coğrafyalara her müdahalesinde biraz daha yıpranıyordu.
Bununla da kalmıyor; askerî harcamaları her geçen gün büyüyor ,tahammül edilmez boyutlara varıyordu. Hâlbuki
Avrupa bu yükten berî idi.
Tekmil kaynaklarını üretime kaydırabiliyordu. Dahası, bunun hatırı sayılır bir kısmını demokratik kanalları kullanarak uluslarına aktarıyorlardı. 1980’lerde başlayan ve kamuculuğu dağıtan neoliberal dalga Kıt’a Avrupasını da ulaştı. Ama hayli kırılarak
. Kıt’a Avrupası Anglosakson neoliberal dalgaya rağmen kamucu önceliklerini parlak devirlerindeki kadar olmasa da korudu.
Bunun ismi Ren kapitalizmi veyâ Avrupa tarzı refahtı. ABD kirli dünyâ işlerinden debelenirken, Avrupa steril kalıyordu. Avrupa, Napolyonik ordu-millet mirâsın yok edildiği, mecbûrî askerlik hizmeti kaldırıldığı, bireylerin özgürleştiği, derin kültürel târihi ve entelektüel mirâsı ile barışçıl,medenî tercihler yapabildiği
ABD’ye alternatif bir çekim merkezi olmak
yolunda ilerliyordu. Şâhit olanlar, 1990’larda Türkiye’nin AB’ye girmesi için çırpınan entelektüel kampanyaların baskın söylemini hatırlayacaklardır. Bu söylem daha çok antiemperyalist bagajını terk eden Yeni Sol bir söylemdi. İçlerinde düşük dozda da olsa yine de bir ABD karşıtlığı vardı. AB’ne kapağı atmak onlar için kurtuluştu.