Son hakikî İstanbulî Niyâzî Sayın’ın ardından…

04:0013/10/2025, Pazartesi
G: 13/10/2025, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

Büyük üstad Neyzen Niyâzî Sayın’ı kaybettik. 1927’de Üsküdar’da başlayan bir hayât 98 sene sonra sona erdi. Evet hayli uzun bir hayat bu. Uzun olduğu kadar da dolu dolu yaşandı. Kendisini tanımış, meclislerinde bulunmayı ve talebesi olmayı hayâtımın en imtiyazlı vasıflarından birisi olarak gördüm. Bunun elbette duygusal tarafları var. Onlar bana kalsın. Ama bundan daha mühimi, Niyâzî Sayın’ı tanımak üzerinden Türkiye’nin nasıl bir memleket, İstanbulin Türk’ün ne menem bir insan olduğuna dâir kavrayışımın

Büyük üstad Neyzen Niyâzî Sayın’ı kaybettik. 1927’de Üsküdar’da başlayan bir hayât 98 sene sonra sona erdi. Evet hayli uzun bir hayat bu. Uzun olduğu kadar da dolu dolu yaşandı.

Kendisini tanımış, meclislerinde bulunmayı ve talebesi olmayı hayâtımın en imtiyazlı vasıflarından birisi olarak gördüm. Bunun elbette duygusal tarafları var. Onlar bana kalsın. Ama bundan daha mühimi, Niyâzî Sayın’ı tanımak üzerinden Türkiye’nin nasıl bir memleket, İstanbulin Türk’ün ne menem bir insan olduğuna dâir kavrayışımın derinleştiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sûretle, merhûm Turgut Cansever ile mimârî ile hudutlu değil, lâkin mimârî meseleleri yoğunluklu başlayan şahsî kültürlenmem; Niyâzî Sayın ile olan, yine musîkî ile hudutlu olmayan; lâkin musîkî yoğunluklu devâm etti. (Her ikisinin hocasının da Ressam-Neyzen Halil Dikmen olması tesâdüf değildi).

Büyüleyici ney üfleme tarzı üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Osmanlı-Türk musıkîsinin son büyük efsânesiydi. Ama bu büyük insanı, kendisini kuşatan efsâneyle onu anlamak mümkün değildir kanaatindeyim. Niyâzi Bey’i anlamak ve kültür târihimizdeki özgül ağırlığını ortaya koymak onun hâtırasına sâhip çıkmak ve sonraki nesillere aktarmak için en büyük vazifelerden birisidir. Doğrusu bu yazıda bâzı intibâlarımı aktarmak istiyorum.

Niyâzî Sayın uzun ve yoğun hayâtında belli kültür çevrelerden çok büyük bir saygı ve sevgi gördü. Ama, büyük bir çoğunluk onu lâyıkı veçhile tanımadı. Bunu bir eksiklik olarak görmemek gerekir. Niyâzî Hoca sık sık “Musıkî aristokrattır” derdi. Düpedüz elitist bir bakış açısıdır bu. Bu fikre sâhip olan birisinin popülerleşmek gibi bir derdi zâten olamaz. Kanaatimce yüksek vasıflı bir musıkî bizatihî olarak herkese hitap etmeyecektir. Buradaki mesele Türk burjuvazisinin târihsel eksikliği ve onun yerini alan orta sınıflaşmanın alâkasızlığıdır... Vasıflı bir mûsıkînin, vahşi kapitalizmin dinamikleriyle seyreden modern dünyâdaki tutunumu sağlayacak olan, kitlelere doğrudan hitap etmesi değil, burjuvalar tarafından benimsenmesidir. 1970’lere kadar Türkiye’de iki tür burjuva mevcuttu. Ankaravî ve İstanbulî burjuvalar. Bu iki burjuvazi arasında keskin bir kültür farkı vardı. Ankara burjuvazisi İstanbul burjuvazisinin kültürel dünyâsından hazzetmek bir tarafa, düpedüz nefret ediyordu. Musıkî sâhasında bunu çok açık gördük. Tek sesli, ilkel olarak gördükleri İstanbul musıkîsinin tasfiye edilmesini hiddet ve şiddetle savunuyorlardı. Devletin patronajı 1970’lere kadar onlardan yanaydı. İstanbulî burjuvalar ise târihlerinde olmadığı kadar yalnızlaşmışlardı. İstanbul musıkîsi, her seçkin musıki gibi devletli bir musıkîydi. Devlet çekilince iyot gazı gibi açıkta kalmışlardı. Osmanlı köklere sâhip İstanbul burjuvazisinin kırılgan bir dünyâsı vardı. Bunu telâfi edecek yegâne dayanak modern kapitalist iş kollarında faaliyet gösterip kendisini ekonomik olarak tahkim etmesi olabilirdi. Bilhassa gayrimüslimler buna başlamışlardı. İstanbul’da hatırı sayılır gayrimüslim bir burjuva mevcuttu. Bu musıkide hayli yeri olan İstanbullu gayrimüslimlerin mübadelelerden muaf tutulmuş olmaları bir avantajdı... Zaman içinde Türk ve Müslüman unsur da buna dâhil olabilir ve İstanbul burjuvazisi ekonomik gücüyle bürokratik, kaba Ankara burjuvazisinin baskılarını bertaraf ederek kültürünü yaşatabilirdi. Ama, evvela Varlık Vergisi ve 1950’lerin ortasından itibâren üzerlerinde artan baskılar onları da kaçırdı. Türk ve Müslüman İstanbul burjuvaları ise küçük dükalıklar olarak nefes alıp verebildiği ama büyük çoğunluğuyla mirasyedi bir hayata mahkûm oldular. Bu da kendi içinde büyük bir yozlaşma doğurdu. İstanbul burjuvazisinin baby boomer kuşağında (o Nijat’lar, Erôl’ler, Ticenler kuşağı) bu çok net görülebilir. 1950’lerde başlayan büyük iç göç ve bu muazzam şehrin iç talana açılması İstanbul burjuvazisine son darbeyi vurdu. İstanbulin burjuvazisi sonraki on senelerde peyderpey silindi gitti. Hikâye, burjuva vasıflarını kaybetmiş, parvenu, kaba bir orta sınıflaşmayla bitti.

1970’lerde başka bir şey daha oldu. Devletin kültür politikaları değişti. Tabanları Anadolu olan sağcı iktidarlar İstanbul’a el attı. Ama bu sâhiplenmenin hayli kaba bir sâhiplenme olduğunu düşünürüm. Yâni İstanbul kültürünü seçkinliği ve nazeninliği içinde özümseyen değil, sırf siyâsî bir avantaj sağlamak adına sâhiplenmekti bu. 1970’ler gazinoların mantar gibi bittiği, ama aynı zamanda İstanbul Türk Musıkîsi Konservatuarının faaliyete geçtiği zamanlardır. Şan Müzikolünde ve AKM’de düzenli Türk mûsıkisi konserlerinin en parlak günleri yaşanırken Arabesk patlamasını yaşıyorduk. Bu eş zamanlılıklara ve örtüşmelere çok dikkat etmek gerekiyor.

Niyâzi Bey, Tanbûrî Cemil ile başlayan, Mes’ud Cemil ve Münir Nureddin vd ile devâm eden büyük musıkî inkılâbının en mümtaz şahsiyetlerinden biri, belki de en büyüğü idi. Bu inkılab, yukarıda bahsedilen Ankara burjuvazisinden gelen baskıları karşılamayı, İstanbul musıkisini, Batı standartları üzerinden yeniden üretmeyi ve geleneğin modernlikle imtizâcını ifâde eder. Ezcümle, Niyâzî Hoca sâdece gelenekle, hele hele gelenekçilikle izah edilemez. Bu inkılâbın, hem birbirinden beslenen hem de nihâî tahlilde birbiriyle çelişen iki yüzü olduğunu düşünüyorum. İlki katı bir temsil disipliniyle örtüşen, Ankara’ya göz kırpan bürokratik üslûp; diğeri ise müzisyeni bireyselleşmeye, özgür yorumlara sevk eden artistik üslûp. Niyâzi Bey her ikisinde de yer aldı. Radyodaki vazifesini büyük bir ciddiyetle yerine getirdi. “Radyonun önünden geçerken önümüzü iliklerdik” dediğini hatırlarım. Diğer taraftan Hoca’yı Dr. Nevzad Atlığ’ın sıkı disiplinli Devlet Korosu’nda gördük. Ama Niyâzî Bey tam bir estet tarafları çok yoğun olan modern bir artistti. Bireyselliği onu mütemâdiyen kışkırtıyordu. Bürokratik kalıplara sığmıyordu. Zâten hepsinden koptu. En çarpıcı eserlerini, bilhassa Merhûm Tanbûrî Yaşar ve Kemençevî İhsan Özgen ile yaptığı bağımsız çalışmalarda verdi. Bu icrâlar kıyamete kadar ölümsüz kalacak niteliktedir.

Eğer İstanbulî bir burjuvazi tutunum sağlamış olsaydı, Niyâzî Sayın’ın aristokratik musıkîsi bugün olduğundan daha şuurlu ve görece yaygın bir sâhiplenmenin mevzuu olur ve dünyâda da lâyık olduğu üzere çok daha fazla dinlenir ve takdir edilir olurdu… Ne yapalım, bu kadarıyla iktifâ etmek zorundayız.

Hâtırası önünde saygı dolu en derin hislerimle eğiliyorum…

#Niyazi Sayın
#Aktüel
#Tarih
#Süleyman Seyfi Öğün