Oryantalizmin ardından: Doha notları

04:001/05/2025, Perşembe
G: 1/05/2025, Perşembe
Turgay Yerlikaya

Rudyard Kipling’in “Doğu Doğu’dur Batı’da Batı ve bu ikisi hiçbir zaman bir araya gelmeyecek” şeklinde özetlediği karşıtlık, bir kültürel/siyasal farklılığın yanı sıra bir mesafeye de işaret ediyor hiç kuşkusuz. İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’daki pratiğini yakın biçimde müşahede eden ve bu dönemi eserlerine yansıtan Kipling’in sözleri, uzunca bir süredir devam eden Doğu-Batı ilişkilerini de anlamaya dair bir giriş mahiyetinde. Beyaz Adamın Yükü’nde billurlaşan bu ilişkinin kurucu unsuru olan

Rudyard Kipling’in “Doğu Doğu’dur Batı’da Batı ve bu ikisi hiçbir zaman bir araya gelmeyecek” şeklinde özetlediği karşıtlık, bir kültürel/siyasal farklılığın yanı sıra bir mesafeye de işaret ediyor hiç kuşkusuz. İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’daki pratiğini yakın biçimde müşahede eden ve bu dönemi eserlerine yansıtan Kipling’in sözleri, uzunca bir süredir devam eden Doğu-Batı ilişkilerini de anlamaya dair bir giriş mahiyetinde.

Beyaz Adamın Yükü’nde billurlaşan bu ilişkinin kurucu unsuru olan Batı, Doğu’yu her yönüyle tanımlayan ve onun üzerinde tasarrufa sahip olan aktör olarak kendisini görmüştür. Önceleri Abdul Latif Tibawi, Abdullah Laroi ve Fanon gibi isimlerin Doğu-Batı ilişkisinin niteliğine dair yaptıkları analizler ve sonrasında Edward Said’in popüler çalışmaları ile devam eden oryantalizm eleştirileri, Batı’nın Doğu’ya dair teorik ve pratik yaklaşımını açık biçimde ortaya koymaktadır.


MUHAYYEL DOĞU
Said ve öncülü isimlerin ortaya koyduğu literatür, Doğu’nun her yönüyle tahayyül edilen ve kendisi üzerinde tasarrufta bulunulabilen bir coğrafya olarak tasavvur edildiğini göstermektedir. Thierry Hentsch’in “Hayali Doğu” kitabında da resmettiği bu durum, Doğu’nun Batılı zihinler aracılığıyla tahayyül edildiği ve gerçeklikten kopuk biçimde kurgusal düzlemde ele alındığını göstermektedir. Kendisini kurucu özne olarak gören ve Doğu’yu tasarlamakla ilgili bir yetkilendirme yapan Batı, kendi dışında kalan toplulukları da ötekileştirmiştir.
Modern-geleneksel ya da medeni-barbar ikiliğinde sıkıştırılan bu ayrışma zamanla yerini bir çatışmaya bırakmış ve Batı, medeni olmayan toplulukları beyaz adamın yükü çerçevesinde medenileştirmeyi kendisine misyon edinmiştir.

İsrail’in Gazze soykırımı ile gündem olan medeni-barbar ikiliği söylemi de benzer bir kurucu öznenin dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı’nın gölgesi ve desteğiyle on yıllardır Gazze’de sistematik bir soykırıma imza atan İsrail’in tahrif edilmiş bir teolojik perspektife paralel olarak Batı değer ve kavramlara atıflar yapması bir tesadüf değil. Netanyahu’nun Avrupa ve ABD ziyaretlerinde, sıklıkla kendilerini Batılı halklarla değerler anlamında özdeşleştirmesi ve Filistin’de, barbarlıkla medeniyetin bir mücadelesinin sergilendiğini ifade etmesi, sömürge ve yayılmacı politika mantığının farklı zamanlarda nasıl benzerlik gösterdiğini de bizlere açıkça göstermektedir.


DOHA’DA ORYANTALİZM TARTIŞMASI
Oryantalizmin bugünkü karşılığı nedir? Gerçekten de Doğu ve Batı birbirleriyle karşılaşamayacak yapılar mıdır? Doğu ya da özelde İslam dünyası bu çatışmada nerede konumlanmaktadırlar?
İslam dünyasının Batı ile kurduğu ilişkinin oryantalist düzlemdeki karşılığı nedir? İslam dünyasının kendi içerisinde birlik tesis etmesinin önünde oryantalizm bir engel midir?

Bu ve benzeri soruların masaya yatırıldığı Doha’daki Oryantalizm konulu toplantıda, İslam dünyası ile ilgili çağrılar oldukça anlamlı idi. Toplantının onur konuğu olarak konuşma yapan İbrahim Kalın’ın, oryantalizm eleştirileri üzerinden İslam dünyasına yaptığı çağrılar çarpıcı idi. Kalın’ın bu alandaki çalışmaları da düşünüldüğünde, toplantıda ifade edilenlerin yeni bir tartışma iklimi doğurması beklenebilir.

Kalın’a göre, Batı’nın Doğu ve İslam dünyasına yönelik tazyik ve yıpratıcı deneyimleri bilinen bir gerçeklik. Fakat sürekli bu gerçekliği hatırlatarak tek taraflı olarak Batı’yı suçlamanın bir konfor alanı yarattığı da açık.
Batı’nın tek taraflı olarak suçlanmasının bir entelektüel tembelliğe neden olduğu vurgusunu yapan Kalın, 2. Meşrutiyet ve sonrasındaki İslamcı geleneğin tartışmalarına da atıflar yapıyor.

Kalın’a göre, İslam dünyasının içinde bulunduğu mevcut krizlerin çözümü, kendi geleneklerimize dönmekle mümkün olabilir. Geleneğe dönmenin modern hayat ile bağları koparmak ya da dünyanın diğer kısmı ile uzaklaşmak anlamına gelmediğini söyleyen Kalın, gelenek ve kapalılık arasında kurulan negatif korelasyona da karşı çıkmaktadır. Geleneğe yaslanan ve tecrübelerinden haberdar olan toplulukların, diğer topluluklarla açık bir ilişki kurabileceği gibi mevcut krizlere yönelik çözümler de üretebileceği bir zemin oluşabilir.

Ancak gelenekle kurulan sahih ilişki ve istikbali, mazi ile birlikte kurabilen bir aklın, içerisinde bulunduğumuz dönemi aydınlatacağı açık. Bu noktada
Kalın’ın Müslüman entelektüellerin kendilerine oryantalist gözlüklerle bakmamaları gerektiği yönündeki telkinleri, gelenekle kuracağımız ilişkiyi de kolaylaştıracaktır.

Erken cumhuriyetin Batıcı bir toplum kurma siyasetinin geniş kitlelere karşı ürettiği ötekilik algısı, tarihle ve gelenekle kopuk bir neslin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. On yıllara sair bu politikaların ardında kendimize Batı’nın gözünden bakmanın ne denli sorunlar ürettiği de açık. Batılı demokrasilerin Gazze soykırımı ile ortaya çıkan tablo, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara atfettiği yüzeysel anlamın sorgulanmasını da beraberinde getirdiği gibi yeni tekliflerin yapılabilmesinin önünü de açtı. Hiç kuşkusuz bu eleştiri ve teklif, kendi içindeki yüzyıllardır süregelen geleneklerin anlamlı biçimde kavranması ve bu geleneklerin dünyaya yeni bir şey teklif edeceğine dair samimi inancın varlığına bağlı.

Reel politik ve güç dengelerinden bağımsız biçimde bu tartışmaları yapmanın ne denli sahici olduğuna dair de birtakım eleştiriler dile getirilebilir hiç kuşkusuz. Fakat buradaki temel mesele, materyal kapasite artırımına paralel seyreden bir fikri dönüşüm ve dünyayı bütünüyle yorumlayabilecek bir perspektife sahip olmaktır.

#oryantalizm
#doğu
#Turgay Yerlikaya